Geçtiğimiz ay içerisinde Gruplarımıza gelen kimi yazılarda belirtilen hususlar hakkındaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak isterim. Ancak, izninizle yazımın başında benim de beş yıldır üye olduğum Veteriner Hekimliği ve Hayvancılık İnternet Grupları üzerinde bir iki söz etmeyi istiyorum. Sanırım altı yıldır faaliyette olan ve bugüne kadar kendi alanlarında çok önemli işlevleri yerine getirmiş bulunan Gruplarımız ne yazık ki son bir yıl içerisinde eski ilgiyi ve desteği göremez olmuştur. Mesleki sorunlarımızın gittikçe ağırlaştığı bir dönemde internet gruplarımıza karşı bu ilgisizlik gerçekten de şaşırtıcıdır. Çok sayıda meslektaşımızın grupları ilgi ile izlediğini yazılarıma gelen geri dönüşlerden biliyorum. Ama sanırım sıkıntı okumakta değil yazmamakta ortaya çıkıyor.Yazı yazmanın hiç de kolay olmadığını, okumak, düşünmek, irdelemek, çözüm üretmek ve tüm bunları herkesin anlayacağı bir dille kağıda ya da bilgisayar ekranına dökmek gibi süreçleri içerdiğini daha önceki yazılarımın birinde belirtmiştim. Ancak, bizden beklenen hiç kuşkusuz edebiyat parçalamak değil düşüncelerimizi biri birimize sade ve anlaşılır bir biçimde aktarmaktır. Bir sorun üzerinde ne kadar çok konuşulur, tartışılır ve çözümler üretilirse o sorun o kadar kısa sürede çözüme kavuşur. Onun için meslektaşlarımdan istirhamım her hangi bir çekingenlik duymadan görüşlerini gruplarımızda belirtmeleridir. Bu sayede hem mesleki sorunlarımızın çözümüne katkıda bulunmuş hem de yıllardır karşılıksız olarak ve büyük bir özveri ile görevlerini yerine getiren moderatörlerimize moral vermiş olurlar.
Geçtiğimiz ay içerisinde rahmetli meslektaşımız Osman Nuri Koçtürk’ün öz geçmişi Grubumuza gelen bir mailde yayınlandı. Osman Nuri Koçtürk’ü yakından tanıyan bir kişi olarak Gruplarımızda onun hakkında ayrıntılı bir yazı yazmıştım. Bu yazı AB-Veterine Hekim Grubunun arşivinden okunabilir. Ancak, bugün Osman Nuri Koçtürk’ü güncelleştiren husus hepimizin peşinden yürüdüğü Tek Sağlık ve Veteriner Halk Sağlığı konularını Türkiye’de ilk dile getirenlerden biri olmasıdır.Yıllar önce bu konular daha telaffuz bile edilmezken katıldığı mesleki toplantılarda rahmetli Koçtürk Çevre ve Gıda Güvenliği ile Veteriner Halk Sağlığı konularının çok önemli olduğunu, bir gün bu konuların Türkiye’de güncellik kazanacağını, fakültelerimizin ve mesleki örgütlerimizin bu konular üzerinde önemle durmaları gerektiğini, tüm bunları tek bir mesleğin konuları olmayıp multi disipliner bir anlayışla ele alınması gerektiğini ısrarla ve deyim yerindeyse üstüne basa basa haykırmıştır. Allah’tan ,son 1-2 yıl içerisinde İzmir Veteriner Hekimleri Odası’na bağlı Veteriner Halk Sağlığı Çalışma Grubu bünyesinde örgütlenen meslektaşlarımızın üstün çabaları ile rahmetli Koçtürk’ün bir anlamda vasiyeti olan konular yeniden ele alınıp mesleğimizin geleceğine yönelik bir umut olma noktasına getirilmiştir. Ancak bu konuda fakültelerimize ve mesleki örgütlerimize tarihi görevler düşmektedir. Bu bağlamda anılan kuruluşların Veteriner Halk Sağlığı konusunun özelikle fakültelerimizde bir Anabilim Dalı bünyesinde örgütlenmesi ve önce lisans üstü eğitimle öğretici elemanların yetiştirilmesi, daha sonra da lisans düzeyinde verilecek derslerle bu konunun veteriner fakülteleri müfredatının temel unsuru hale getirilmesi konularında öncülük etmelerini beklemekteyiz. Yoksa, yaklaşık 80 yıldır Tarımın boyunduruğu altında gerçek yeteneklerini ortaya çıkarması engellenen tarihi mesleğimiz daha uzun yıllar gerilemeye ve kan kaybetmeye devam eder. Çözüm kanımca Gıda ve Çevre Güvenliği, İnsan ve Hayvan sağlığı, Zoonotik Hastalıklarla Savaş, Veteriner Halk Sağlığı, Hayvan Refahı gibi konuları içeren Tek Sağlık Konsepti bünyesinde meslek olarak örgütlenmemizdir.
Yine geçtiğimiz ay içinde gruplarımıza gelen maillerden birinde Balıkçılık ve Su Ürünleri konusu işleniyor ve biz Veteriner Hekimlerin bu alanda neden geride kaldığımız konusunda görüşler bildiriliyordu. Kuşkusuz bu konunun bizleri de yakından ilgilendiren derinlikli bir geçmişi vardır. Veteriner Hekimliği mesleği Cumhuriyetten sonra sadece hayvan sağlığı ve yetiştiriciliği üzerine dizayn edildiği için uzun yıllar boyu başka alanlara adım atılamadı. Bizim öğrencilik yıllarımız olan 1960 lı yılların ikinci yarısında Türkiye’de tek olan Ankara Veteriner Fakültesinde Su Ürünleri ve Kültür Balıkçılığı adlı bir ders konulmuştu. Aslında Histoloji ve Embriyoloji Hocamız olan rahmetli Prof.Dr.Zihni Erençin bize sadece balık türlerini ve Kültür Balıkçılığını öğretmiş, balık hastalıklarından hiç bahsetmemişti. Sonraları yanılmıyorsam Anatomi hocamız Prof.Dr.Eşref Deniz’de bu konuda çalışmalar yapmıştı. Daha sonraları Balıkçılık ve Su Ürünleri Kürsüsü kuruldu ve Prof.Dr.İsmet Baran ile akadaşları bu Kürsüyü geliştirip belli belli bir noktaya getirdiler. Hatta Kürsünün alt katında o zaman bayağı sansasyonel olan büyük bir akvaryum bile kurulmuştu. Ne var ki Üniversiter anlamdaki bu gelişmeler pratiğe yansımamış ve su ürünleri alanında güçlü bir Veteriner Hekim istidamı ne yazık ki yaşanmamıştır. Bunda belki de o yıllarda Kültür Balıkçılığının bugünkü kadar gelişmemiş olmasının da rolü olabilir. Bu bağlamda bir anımı sizlerle paylaşmak isterim. Rahmetli arkadaşım Esat Moravalı ile 1991 yılında Bodrum’da tatil yaparken Halikarnas Diskonun ve Zeki Mürenin evinin biraz ilerisindeki Balıkçılık Enstitüsüne bir ziyarette bulunmuştuk. Müdürün odasında sonradan o bölgenin Balıkçılık Kooperatif Başkanı olduğunu öğrendiğimiz bir zat oturuyordu. Benim Fakültede olduğumu öğrenen bu zat bana aynen şunu söylemişti.” Hocam,fakültelerinizde su ürünleri hastalıklarına neden önem vermiyorsunuz.Oysa bugün su ürünlerinin en büyük sorunu hastalıklar konusudur. Hastalıklar yüzünden büyük ekonomik kayıplar yaşıyoruz. Biliyorum bu iş Veteriner Hekimlerin işi ama hastalıklardan anlayanını bulamıyoruz. Bana hastalıklar konusunda deneyimli Veteriner Hekim bulun istediği ücreti vermeye hazırım”. Tabi bu arzu hiç bir
zaman gerçekleşmedi ve maalesef meslektaşlarımız bu alana hiç ilgi duymadılar. Daha sonra 12 Eylül Darbesini takiben kurulan YÖK’ teki hocalarımızın ilk işi İsmet Baran’a siyasi yönden kızdıkları için Su Ürünleri Kürsüsünü de kaldırmak oldu.Yani bu konuya en büyük darbe her zaman olduğu gibi kendi içimizden geldi. Daha sonra su ürünleri yetiştiriciliği hatta hastalıkları konusu biri birinden türemiş köksüz mesleklerin elinde kaldı ve bu alanda Veteriner Hekimlerin esamesi bile okunmamaya başladı. Bir de son düzenlemeler ile denizlerinde balık kalmamış Türkiye’nin Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanlığında Su Ürünleri Genel Müdürlüğü kuruldu. Buna karşın ulusal ekonomiye büyük katkıları olan ve sayıları yüz milyona yaklaşan ekonomik amaçla yetiştirilen kanatlı ve memeli hayvanların sağlığı ile uğraşacak bağımsız bir Genel Müdürlük bile kurulamadı. Bu da maalesef yine bizim içimizden çıkmış Bakan sayesinde oldu.
Geçen ay gruplarımıza iletilen Merinosçuluk konusuna da kısaca değinmek istiyorum. Cumhuriyetten sonra yerli kaynaklara dayalı sanayileşme politikasının simgesi haline gelen Yünlü Dokuma Fabrikalarının yapağı gereksinimi karşılamak amacıyla ve bizzat Ulu Önder Atatürk’ün emirleri doğrultusunda ithal edilen Merinos Koçları Suni Tohumlama Yöntemi ile yerli Kıvırcık ve Akkaraman koyun ırklarının ıslahında kullanılmış ve Karacabey ve Konya Merinosu adlı yapağı verimi yüksek iki kültür koyun ırkı elde edilmişti. Halk o yıllarda merinosçuluğu o kadar çok benimsemişti ki Karacabey Harasının damızlık Merinos Koçu satışlaında sürekli kavgalar çıktığını ve Jandarma nezaretinde satışların gerçekleştiğini o günleri yaşayan meslek büyüklerimden duymuştum. Ancak 1970 li yıllarda ithal yapağıların ve sentetik elyafların sırf ucuz diye dokuma sanayiinde kullanılması Merinosçuluğun sonu oldu. Ankara ve Eskişehir Köylerinde 1980-1982 yıllarında yaptığım bir survey çalışmasında yıllardır Merinos melezlemesi yapılan yerlerde bile bir tek merinos koyunu kalmadığını hayretler içinde gözlemlemiştim. Şimdi mailde belirtilen Merinos sayısının iki katına çıkması olumlu bir şey ama merak ettiğim konu üretilen Merinos yapağılarını ithali ve sentetiği varken kimin kullanacağı hususu.
Yazımı bir hayli uzattığımı biliyorum ama son olarak iki güncel konuya değinmeden de geçemeyeceğim. Bunlardan biricisi bulaşıcı hayvan hastalıkları ile mücadele konusudur. Hayvancılık üzerine yaptığımız bir çalışma nedeniyle incelediğim eski Hayvancılık Kongresi Kitaplarında örneğin ta 1974 yılında yani yaklaşık 40 yıl önce Türkiye’de iki hastalığın hayvanlarımızda yaygın olarak görüldüğü, bunlardan birinin şap diğerinin de brusellozis olduğu belirtiliyor. Çok enteresandır, bugün de baktığımızda bu iki hastalığın hayvanlarımızda yaygın biçimde salgınlar yaptığını görüyoruz. Burada şapkayı önümüze koyup düşünmemiz gerekir. Suç acaba bizlerde mi yoksa doğru dürüst bir hayvan sağlığı örgütü kurmayan siyasilerde mi? Bu konunun gruplarımızda enine boyuna tartışılması gerektiğine inanıyorum. Diğer bir konu da mesleğimizin olmazsa olmazı haline gelen tanıtım konusudur. Gerçi son zamanlarda Veteriner Hekimleri Derneğimizin ilk öğretim öğrencilerine yönelik tanıtım çalışmaları ve başta Dr.Can Demir’in liderliğindeki Akademi ve Türklab ile İstanbul, İzmir ve Kars Odalarımızın ve özellikle İzmir Veteriner Hekimleri Odası Veteriner Halk Sağlığı Çalışma Gurubunun yazılı ve görüntülü medya araçlarında yer alan tanıtım çabaları mesleğimizin geleceği adına umutlarımızı arttırmaktadır. Gönül bu çabaların daha da yoğunlaşmasını ve mesleğimizin tarihin köklerinden gelen büyüklüğü ve kutsallığının geniş halk kesimlerince anlaşılmasını istiyor.