Yazıma başlamadan önce çok önemli gördüğüm bir iki konuya açıklık getirmek istiyorum. Her şeyden önce ben bir veteriner hekimliği tarihçisi değilim. Sadece mesleğinin yakın tarihine ilgi duyan, bu konuda elinden geldiğince okumaya ve araştırma yapmaya çalışan bir kişiyim. Zaten 173 yılın 50 yılını öğrenciliğim ve meslek hayatım sırasında bizzat yaşadım. Bu süreçte, Bakanlık teşkilatında, üniversitelerde, özel sektörde ve mesleki örgütlerde yaptığım görevler, üstlendiğim yöneticilikler Türk Veteriner Hekimliği yakın tarihi konusunda bende bir birikim oluşturdu. Bu birikimlerimi arada bir yazıya döküp meslektaşlarımla da paylaştım. Yazdıklarıma konunun gerçek sahiplerinden tekzip almamam beni daha da cesaretlendirdi. Bu yazıyı da yine aynı cesaretle yazıyorum..
. Türkiye’de Veteriner Hekimliği Eğitimi başlayalı tam 173 yıl oldu. Burada bir hususa açıklık getirmek istiyorum. Kimi meslektaşlarımız söylemlerinde ya da yazılarında 1842’yi Veteriner Hekimliği Yüksek Öğretiminin veya Veteriner Hekimliği Bilimsel Eğitiminin başlangıç yılı olarak ifade etmektedirler. Oysa bu doğru bir söylem değildir. Hepimizin de çok iyi bildiği gibi eğitimin başlangıcı, Osmanlı Ordusunda görevli Polonyalı bir subayın okuma yazma bilen erleri bir araya getirip, sadece atlarla ilgili basit bilgileri öğretmek amacıyla oluşturduğu bir okuldan ibarettir. Zaten bu okulun uzunca bir süre tüzel kişiliği de olmamış işlevini daha çok tıbbiye bünyesinde sürdürmüştür. Bu nedenle Okul başlangıçta bırakın yüksek öğretimi, orta öğretim düzeyinde bile değildir. Ayrıca, derslerin içeriğine bakıldığında da bilimsel olmadığı kolayca anlaşılır. Ancak daha sonraları bu Okul evrim geçirerek Baytar Mekteb-i Alisi yani Veteriner Yüksek Okulu haline dönüşmüş ve Türkiye’de Veteriner Hekimliğinin çekirdeğini oluşturan çok sayıda Veteriner Hekiminin yetişmesine vesile olmuştur.
Türkiye’de bilimsel anlamda ve yüksek okul düzeyinde ilk Veteriner Hekimliği Öğretimi 1933 yılında Ankara’da Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün kurulması ve İstanbul’daki Veteriner Yüksek Okulunun fakülte adı altında bu Enstitü’ye katılması ile başlar. Yüksek Ziraat Enstitüsü’nü o arada da Veteriner Fakültesini Alman bilim adamları tümüyle kendi ekollerine uygun olarak kurmuşlardır. Almanya’da bulunduğum yıllarda bu benzerliğe çok yakından tanık olmuştum. Yüksek Ziraat Enstitüsü bünyesinde faaliyet gösteren Veteriner Fakültesi 1948 yılında Ankara Üniversitesine katılarak üniversiter bir kimlik kazanmıştır. Buraya kadar her şey yolundadır.. 1960 lı yıllardan itibaren Dünyada yüksek öğretimde bir Anglo-Sakson ve Anglo-Amerikan rüzgarı esmeye başlamıştır. Anılan yıllarda Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin ve Erzurum’da Atatürk Üniversitesi’nin kurulması bu rüzgarın bir sonucudur. Fulbright başta olmak üzere çeşitli Amerikan fonları tarafından desteklenen bu Üniversiteler hem o güne kadar Türkiye’de mevcut olandan tamamen farklı bir öğretim ve örgüt yapısına sahip olmuşlar, hem de çok sayıda öğretim üyesi bu fonların tahsis ettiği burslardan yararlanarak Amerika’ya gidip orada kendilerini geliştirmişler,Türkiye’ye döndüklerinde de bu Amerikan sistemini Üniversitelerde yerleştirmişlerdir. Üniversiter yaşamda bu tür gelişmeler olurken ne yazıktır ki Ankara Üniversitesine bağlı Veteriner Fakültesi Almanların oluşturduğu akademik yapılanmasını ve öğretim sistemini YÖK’ün kuruluşuna kadar hiç değiştirmemiş, bir bakıma çağın gerisinde kalmıştır. Bir geri kalış öyküsü de Fakülte sayısı konusunda yaşanmış, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi 1970 yılına kadar tek fakülte olarak faaliyetini sürdürmüştür. Oysa çalışma alanları bakımından rakibimiz olan Ziraat Fakültelerinin sayıları bu süreçte hızla artmış, Ankara’ya ilave olarak Erzurum’da, İzmir’de ve Adana’da yeni Ziraat Fakülteleri açılmıştır. Yıllarca tek Veteriner Fakültesinden mezun olan Veteriner Hekimlerinin tümü burslu oldukları için Bakanlık teşkilatına girerken sayıları hızla artan Ziraat Fakültesi mezunları devlette ve özel sektörde yavaş yavaş gelişmeye başlayan ortak çalışma alanlarımızdan gıda teknolojisi, su ürünleri ve tavukçuluk gibi alanlara girmişler ve oralarda çekirdek kadrolar oluşturmuşlardır. Bizler tek Veteriner Fakültesinde öğretim sistemimizi ve örgütlenme yapımızı hiç değiştirmeden Alman ekolüne uygun olarak devam ettirirken onlar çağdaş gelişmelere ayak uydurmak adına bölüm sistemine geçmişler, öğretim yılını dört yıldan beş yıla çıkarmışlar, gelişen durumlara göre yeni bölümler açarak kendilerini sürekli yenilemişlerdir.
Benim Fakülteye başladığım 1965 yılından emekliliğime kadar geçen 30 yılda gerek görev yaptığım Ankara ve Bursa Veteriner Fakültelerinde gerekse ders vermek amacıyla bulunduğum Elazığ ve Konya Veteriner Fakültelerinde tüm hocaların özveri ile çalıştıklarını, öğrencilerini iyi bir Veteriner Hekimi olarak yetiştirmek adına çok büyük çaba sarfettiklerini bizzat gözlemledim. Ancak, otuz yılda edindiğim izlenim öğrencilere çok sayıda ve hacim olarak yoğun dersler verdiğimiz halde bu bilgilerin sahadaki uygulamada karşılığının bulunmadığıdır. Örneğin biz öğrenciliğimizde en deneyimli hocalardan dersler aldık. Bu derslerin hacmi o kadar yoğundu ki örneğin Prof.Dr.Enver Sengir hocanın Patoloji kitabı her biri 600-700 sayfa tutan iki ciltten oluşuyordu. Helmintoloji dersinde çoğu Türkiye’de bulunmayan yüzlerce belki de binlerce parazit öğrendik. Operasyon Bilgisi dersinde benim de sınav sorularım olan uretrotomi ve tendo rezeksiyonu konuları bizlere anlatıldı. Bir de öğrenciliğimizde en dikkati çeken husus Anatomi dersinde sadece at ve eşekler üzerinde diseksiyon uygulaması yapmamızdı. Oysa o dönemde koyunculuk çok yaygındı, süt sığırcılığı da yavaş yavaş gelişiyordu. Mezun olduktan sonra Sivas’a Merkez Veteriner Hekimi olarak tayin olduğumda büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Göreve başladıktan bir hafta sonra koyunlarda çiçek, enterotoksemi ve nekrozan hepatit olmak üzere sadece üç hastalığın bulunduğunu ve bunların da aşısının olduğunu öğrendim. Koyun yetiştiricilerinin “Beyim koyunlarda çiçek var, aşı almaya geldim” demesi beni hayrete düşürmüştü. Mezuniyette ilk on arasına girmeme rağmen koyunlarım öksürüyor, ötürüyor (ishal) diyen yetiştiriciye Nilverm’i hocalarımızın öğrettiği biçimde kilograma on miligram diye tarif etmeye çalışırken birlikte çalıştığımız, sonradan fakülteye geçen rahmetli Prof.Dr.Necdet Güzel ağabeyin “ hemşerim, bir kaba altı çay bardağı su koyup üzerine yenice sigarasına benzer paketin içinde bulunan torbadaki tozu at, karıştır, sonra da her bir koyuna bir çay bardağı ilaçlı sudan içir” demesini hiç unutmam. Yine marazi madde olarak getirilen bir dalaktan yaptığım sürme preperatın üstüne depodan çıkardığım adı bile belli olmayan bir boyayı döküp yine depodan çıkardığım kirli bir mikroskobu temizleyerek baktığımda gördüğüm Antrax Basilini dairedeki meslektaşlara gösterince birden kahraman oluvermiştim. O dönemde gelişmiş bir hayvancılığı
bulunan Sivas’ta kamunun yeri olmadığından tek tük gelen hayvanları Valiliğin bahçesinde elimizdeki yegane alet olan steteskopla muayene edip tedaviye çalışırdık.Tabii günümüze dönüp baktığımızda kamu Veteriner Hekimlerinin bu işleri bile yapmadığını düşünürsek o günkü halimize şükredebiliriz.
Geçmişe fazlaca takılıp kaldığımın farkındayım. O yüzden günümüze dönmek istiyorum. Günümüze baktığımızda Tüekiye’deki Veteriner Hekimliği Öğretiminin çok hazin
bir durumda olduğunu görmekteyiz. Bugün için en büyük sorun Veteriner Fakültelerinin sayısının fazlalığıdır. Dünyada A.B.D ve Hindistan’dan sonra en çok veteriner fakültesi
Türkiye’de mevcuttur. Bugün artık Veteriner Fakültelerinin kaç tane olduğu, kaçının eğitim verdiği bile çoğumuz tarafından bilinmemektedir. Diğer bir sorun da bu Veteriner Fakültelerine baş vuran lise öğrencilerinin kalitelerinin düşüklüğüdür. Bu öğrenciler bir de eğitim düzeyi düşük Fakültelerde öğrenim görünce ortaya kalitesiz Veteriner Hekimler çıkmaktadır. Fakültelerin öğretim bakımından yetersizliği sadece baş vuran öğrencilerin zayıflığı ya da öğretim olanaklarının yetersizliği ile de sınırlı değildir. Aynı zamanda
fakülteler arasında öğretim üyesi bakımından da büyük dengesizlikler bulunmaktadır. Ankara, İstanbul, Bursa, Konya, Elazığ gibi fakülteler dışındaki fakültelerde öğretim üyesi sayısı son derece yetersizdir. Örneğin Ankara’daki Fakültede bir Anabilim Dalında sekiz profesör varken, fakültelerin %80 inde bırakın profesörü bu sayıda öğretim üyesi bile bulunmamaktadır. Öte yandan fakültelerimizin kliniklerine artık at, sığır, koyun gibi hayvanlar gelmemekte, sadece kedi köpek gibi hayvanlara bakılmaktadır. Sığır görmeden mezun olan Veteriner Hekimi sayısı bir hayli fazladır. Veteriner Fakültelerimizde çağdaş mesleki alanların çoğu doğru dürüst okutulmamaktadır. Örneğin, veteriner halk sağlığı, tek sağlık, hayvanat bahçesi hekimliği, hayvan refahı, sürü yönetimi, su ürünleri hastalıkları ve yetiştiriciliği, arı hastalıkları ve yetiştiriciliği, spor atı hastalıkları ve yetiştiriciliği, çevre sağlığı, hayvan psikolojisi ve davranışları gibi konulardaki eğitim ya hiç yoktur ya da son derece yetersizdir. Yani kısacası 1946-1970 yılları arasında fakülte sayısı tekti ama öğretim kaliteli idi, son dönemde ise fakülte sayısı fazla buna karşın öğretim kalitesizdir.
Türkiye’de Veteriner Hekimliği Öğretiminin sorunlarının çözümü sanıldığı kadar kolay değildir. Önümüzde dağ gibi bir Veteriner Fakültesi sayılarının çokluğu sorunu durmaktadır. Bu sorun çözümlenmedikten sonra ne öğretimin ne de mesleğimizin sorunları çözülebilir. Geçmişte yeni fakülteler açılmasın, gelişimini tamamlamamış olanlar kapatılsın diye çok yazdık ama çözüm olmadı. Mesleki örgütlerimizin uyarıları da yetkililer tarafından her nedense dikkate alınmadı. Yeni Fakülte açılması ne yazık ki tümüyle siyasi bir niteliğe büründü. Madem Fakültelerin sayısı azaltılamıyor o halde eğitim düzeylerini yükseltmek bir çözüm olabilir. Yeni kurulan fakültelerdeki mevcut öğretim elemanları ile bu sorunu çözmek olanak dışıdır. Öyleyse öğretim üyesi rotasyonuna gidilebilir. Gelişmiş fakültelerde öğretim üyesi çokluğundan ders bile veremeyen profesörler bir yıllık rotasyonla gelişmekte olan fakültelerde görevlendirilebilirler. Bu sayede öğretim kalitesinde bir eşitlik sağlanabilir. Veteriner Fakültelerinin öğretim planları ve örgütlenme yapıları içerisinde çağdaş mesleki alanlara ağırlıklı olarak yer verilmelidir. Örneğin Tek Sağlık konusu fakültelerimizde artık bağımsız bir Anabilim Dalı olarak mutlaka kurulmalıdır. Ayrıca, arı, balık ve ekzotik hayvan türlerinin öğretim planlarında yer alması şarttır. Hayvan refahı ve davranışları, hayvan psikolojisi, hayvanlarda göz ve diş sağlığı konuları mutlaka müfredatlara ders olarak konulmalıdır. Sahada karşılığı olmayan dersler ya kaldırılmalı ya da yükleri azaltılmalıdır.Medyada mesleğimizin propagandası yapılarak kaliteli lise mezunlarının fakültelerimizi tercih etmeleri sağlanmalıdır. Veteriner Fakültelerindeki öğrencilerin kedi köpek dışında da hayvan görebilmeleri için önlemler alınmalıdır. Bunlar arasında gezici klinik kurmak ya da fakültelere yakın olan hayvancılığı gelişmiş köy veya kasabalarda irtibat klinikleri açmak gibi önlemler sayılabilir. Ayrıca fakülte çiftliklerinde bulundurulacak deneme hayvanları üzerinde öğrencilere kan alma, kas içi ve damar içi enjeksiyon gibi küçük operasyon, rumenotomi ve sezeryan gibi büyük operasyon uygulamaları yaptırılabilir. Ders planlarında teorik saatlere az, uygulamalı saatlerine çok yer verilmelidir.. Çiftlik ve sürü yönetimi konularında öğrenciler bizzat büyük hayvancılık işletmelerinde staj yaptırılmak suretiyle eğitilmelidir. Uygulamalı eğitimlerin fakülte dışında yem fabrikalarında, tavukçuluk işletmelerinde ve mezbahalarda yapılması daha uygun olur. Yüksek lisans ve doktora eğitimine önem verilmelidir.
Sözlerime Yüce Mevlana’nın şu enfes deyişi ile son vermek istiyorum. “BAZEN DİYORUM Kİ SÖYLE GİTSİN; BAZEN DE DİYORUM Kİ SÖYLEYİNCE NE OLACAK SUS BİTSİN” Saygılarımla,