FARABİ

Türkistan’ın Farab kentinde doğmuş ve M.S 870-950 yılları arasında yaşamıştır.  Farabi; filozofi, tıp, fen bilimleri ve matematik alanlarında uzman bir bilim adamıdır. Farabi’nin musiki konusunda büyük bir yeteneğe sahip olduğu ve seçkin icracılığının yanı sıra uzman bir teorisyen olduğu bildirilmektedir. Farabi üç adet musiki kitabı yazmıştır.

    1 – el – Kebir’i Kitab’ul Musiki: Farabi’nin günümüze de ışık tutan bu eseri musiki sanatının inceliklerini içeren bir kitaptır. Bu eserin birinci bölümünde nağmenin tanımlanması, seyir, ritim, vuruşlar, melodilerin bestelenmesi, ikinci bölümde ise insan hançeresi ile nağmeler, ses öğeleri, mısralar,  melodi söz uyumu, seslendirme çeşitleri, sesli melodilerle beste yapma, bir ezginin başlangıcı ve sonu gibi konulara değinilmiştir. Farabi bu kitabında seslerin tabiatı, oluşumu, melodilerin türleri, vezinler gibi musiki ile ilgili birçok konuyu açıklayarak musikiyi bir ilim olarak tanımlamıştır. Farabi bu eserinde sesi, fizik ve psikoloji bilimleri yönünden de açıklamıştır. Bu arada eski musiki aletleri olan ut,  tambur ve rubabın karakteristik özelliklerine değinmiştir.

2- İhsa el-Ulum: Farabi bu eserinde musikiyi aritmetik, geometri, optik, astronomi gibi uygulamalı ilimler sınıfına dahil etmiştir. Ayrıca Farabi filozofik bir anlayışla musikiyi yüksek İlim olarak nitelemiştir. Bu eserin musiki aletlerine ayırılan ikinci bölümünde özellikle horasan tamburu ve bu tambur üzerindeki değişiklikler konusunda ayrıntılı bilgiler verilmiştir.

3-  Kitab el Agani: Farabi bu kitabında seslerin, aralıkların, ritimlerin ve usulün niteliklerini incelemiştir. Ayrıca şarkı söyleme tarzı, kuralları ve süsleri hakkında da bilgiler vermiştir. Bu bilgiler günümüzde şan eğitimi alan kişilerin işine yarayacak türdendir. Musiki aletlerindeki seslerin hava titreşimleri sayesinde oluştuğunu ileri sürmüştür. Pestlik ve tizlik bakımından melodileri birbirinden ayırmaya yarayan eğitime “kulak eğitimi” adını vermiştir.

Onun müzik nazariyatı hakkında yazdığı kitaplarda vermiş olduğu bilgiler İslam coğrafyasındaki müzik anlayışlarına da önemli bir referans olmuştur. Farabi’nin 12 makamı, yaşadığı dönemde Arap, İran ve Türk coğrafyasında kullanılmaktaydı. Bunlar: “Uşşak, Neva, Buselik, Rast, Irak, Isfahan, Zirefkend, Bozorg, Zengule, Rehavi, Huseyni, Hicazi”dir. Kitaplarındaki ifadelerden Farabi’nin kendisinden önceki müzikologların görüşlerine kendi buluşlarını da ekleyip dönemindeki İslam medeniyeti birikimiyle yoğurarak sağlam bir iskelet oluşturduğu anlaşılmaktadır. Onun temel hedefi müzik ilmini evrensel kanunlar çerçevesi içerisinde bilimsel ve felsefî bir temele oturtmaktı. Zira o döneme kadar müzik sanatının kanun ve kuralları belirli bir kalıba dökülmemişti.

İBNİ SİNA

İbni Sina 980 yılında Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. Buhara’ya giderek felsefe eğitimi almış; hukuk, edebiyat, mantık, matematik, tıp, fizik alanlarında da kendini geliştirmiştir. Musikiyi matematik ve fizik gibi temel bilimler arasında sayan İbni Sina’nın eş-Şifa ve en-Necat adlı eserlerinde yer verdiği bilgiler XI. yüzyılın musiki anlayışını aksettirmesi bakımından çok değerlidir. İbni Sina bu durumu şu ifadelerle dile getirmiştir. ” Musikinin doğası ve konusu fiziksel bir şeydir. Bu yönüyle musikide fizik biliminin ilkeleri geçerlidir. Aritmetik ilkelerinin musikiye katılması bu bilimin konusuna katılan biçimden ileri gelir. Dolayısıyla bu biçimin oranı aritmetik ilminin konusu olur. Fizik ilminin ilkelerine olan ihtiyaç seslerin tizlik ve pestlik bakımından farklılıklarından ileri gelir.” İbni Sina’nın verdiği bu bilgilerden hareketle seslerin ve ritmin frekans boyutunun fizikle; bir vuruşluk  (dörtlük), yarım vuruşluk  (sekizlik)  gibi süre ve aralık konularının aritmetik ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. İbni Sina Kitabu’ş-Şifa adlı eserinde müziğe ilişkin düşüncelerini açıkladığı “Cevami’u İlmi’I-Musika” adlı bir bölüm ayırmıştır. Bu bölümde musikinin tanımı, nota bilgisi, aralıklar, cins ve türleri, ritim bilgisi, şiir, beste yapma, musiki aletleri konularını ele almıştır. İbni Sina’nın musiki anlayışının Farabiye dayandığı söylenebilir. İbni Sina, Farabi’nin musiki hakkındaki düşüncelerini yeniden ele alarak incelemiş ve bu konuda genel olarak ona tabi olmuştur. İbni Sina, musiki nazariyatı hakkında kendinden sonra önemli çalışmalar yapan Safiyyüddin Urmevl, Abdülkadir Meragi gibi musiki bilginlerine de kaynaklık etmiştir. İbni Sina Kitabu-Şifa adlı büyük eserinin musikiye ayırdığı bölümünde “aralık” ve “dizi” gibi konularda Farabi’nin görüşlerini paylaşmaktadır. İbni Sina nağmeyi, “Nağme (nota), bir müddet tizlik ve pestlik sınırında duran ve insan tabiatının kendisinden hoşlandığı sestir.” şeklinde tanımlamıştır. Sina, musikinin icrası bakımından Farabi kadar yetenekli değildir. Ancak onun musiki konusunda kaleme almış olduğu eserlerinin kendisinden sonraki musiki bilginlerine ışık tuttuğu da bir gerçektir. İbni Sina’nın çalgı çalamadığı anlaşılmaktadır. Bu durum onun uygulamalı musiki konusundaki eksikliğini gösterir.  Çünkü uygulamalı musikideki yeteneğin teorik konulara hakimiyette etkisinin büyük olduğu bir gerçektir. Bununla birlikte İbni Sina, yaşadığı dönemde seslendirilen musikinin ses sistemi üzerinde araştırmalar yapmış ve musiki nazariyatına kendi ses sistemi ile katkıda bulunmuştur. İbni Sina 1037 yılında Hamedan’da vefat etmiştir,

SAFİYYÜDDİN el- URMEVİ

1216 yılında İran’ın Urmiye şehrinde dünyaya geldi.  Edebiyat, tarih, hat ve fıkıhta kendini yetiştirmesinin yanı sıra özellikle musiki teorisi ve icrası konusunda devrinin en ünlü kişisi oldu. Safiyyüddin el-Urmevi musikide yeni bir dönem başlatarak, Farabi, İbni Sina gibi musikişinasların ya da ilkçağ Yunan teorisyenlerinin musiki sistemleriyle ilgili eserlerini tercüme etmek yerine yaşayan musiki üzerinde durmuştur. Bir sekizlik aralığı (oktav) on yedi ses aralığına bölerek elde ettiği sistemi geliştirmiş ve perdeleri ebced sistemine göre harflerle ifade etmiştir. Onun musiki sistemi sonraki dönemlerde benimsenmiş, XIV. yüzyıldan XVI. yüzyılın ortalarına kadar Türk-İslam dünyasındaki kuramsal musiki çalışmalarında esas alınmıştır. Şairliğiyle de tanınan Urmevi’nin bestelediği eserlerin sözlerinden pek çoğunun kendisine ait olduğu kaydedilmektedir. Kitabül Edvar, Safiyyüddin’in musiki sistemini açıkladığı eseridir. Safiyyüddin’in “mugni” ve “nüzhe” adıyla kanuna benzeyen iki saz icat ettiği, devrinde dillerden düşmeyen 130 adet eser bestelediği kaynaklarda belirtilmektedir. İstanbul’da yaşadığı dönemde ney üflediği de söylenen Urmevi 1296 tarihinde vefat etmiştir.

ABDÜLKADİR MERAGİ

1360 yılında Güney Azerbaycan’ın Meraga şehrinde doğmuştur. Türk-İslam dünyasının müzik alanında en büyük isimlerinden biri olan Abdülkadir Meragi yüzlerce müzik eseri bestelemiştir. Müzik eserleri beş yüzyılı aşkın bir zamanı aşarak, 17. Yüzyıla kadar meşkle, ondan sonra yazılı kültürle birlikte günümüze kadar ulaşmıştır. Halen TRT repertuvarında Abdülkadir Meragi’ye ait kayıtlı 25 eser bulunmaktadır. Meragi’nin, Mahur Kar, Nihavend-i Kebir KarRast Kar-ı MuhteşemRast Kar-ı HaydarnameSegah Kar-ı Şeş-Avaz gibi eserleri büyük sanat değeri taşımaktadır. En çok tanınan eseri ise “Amed nesim-i subh-dem” sözleriyle başlayan Rast makamındaki nakış bestesidir.  Meragi güzel sesi ve yorumu, şiire olan hakimiyeti, beste yapma ve ritim oluşturma konusundaki yeteneği, çalgı mucitliği, çalgı çalmadaki üstün mahareti ve musiki teorisyenliği gibi birçok özelliği üzerinde toplamış olan bir musiki otoritesidir. Kendi döneminden önce musikinin temel konularından “cem” , “perde” , “devir” gibi kavramların tanımı hakkında yapılan tartışmalara açıklık getirmiştir. Meragi nağmelerin aralıklarıyla oluşturduğu gamlar hakkında kendisinden önce ifade edilen belirsizlikleri gidererek Türk musikisi nazariyatında günümüzde de önemini koruyan “makam” olgusunun kullanımını yaygınlaştırmıştır. Meragi Kenz’ul Elhan (Ezgiler Hazinesi) adlı kitabında yüzlerce Klasik Türk Müziği eserini ebcet notasıyla yazmıştır. Ancak bu eser şu anda kayıptır ve bulunduğunda önemli bilgilere ulaşılmış olacaktır. Meragi 1435 yılında vefat etmiştir.

GAZİ GİRAY HAN

Devlet adamı, şair, besteci, hattat olan Gazi Giray Han 1554-1607 yılları arasında yaşamıştır. Kırım hanlarından Devlet Giray’ın oğludur.  Çeşitli müzik aletleri çalmış ve besteler yapmıştır. Peşrev ve saz semailerinden altmış ikisi günümüze kadar ulaşmıştır. Müzik adamlığından sonra en çok şairliğiyle tanınmıştır. Divan edebiyatının nazım şekilleriyle özellikle mertlik ve kahramanlık duygularını işleyen şiirler yazmıştır. Gazi Giray Han başarılı bir devlet adamı, şair ve asker olmasının yanında iyi bir besteciydi. Sanatçıları, bilginleri korumuş, çok değerli saz eserleri bestelemiştir. Peşrevleri, saz semaileri bugün hala çalınmaktadır. Gazi Giray Han hüzzam makamını terkip etmiştir. Bestecinin hüzzam peşrevi, mahur peşrevi ve saz semaisi, beyati araban peşrevi, şedaraban saz semaisi klasik Türk musikisi repertuarının en gözde saz eserleri arasındadır.

ALİ UFKİ

Ali Ufki, Polonya kökenli olup asıl adı Albert Bobowski’dir. 1610’da Polonya’nın Lvov şehrinde doğmuştur. Eserlerinden tutsak olarak İstanbul’a gönderilmeden önce iyi bir eğitim gördüğü ve birkaç dil bildiği anlaşılmaktadır. Venediklilerle yapılan savaşta Osmanlılara esir düştüğü, sarayda Enderun’a alınarak yetiştirildiğini ve burada on yıl hanendelik yaptıktan sonra padişah tarafından azat edilerek sipahi ulufesi aldığı nakledilmektedir.

Bizzat kendisi, sarayda görev aldığını, Enderun’da ilim, fikir ve sanat kabiliyetini geliştirdiğini, bazı genel bilgiler yanında Doğu ve Batı dilleri ile Türk klasik ve halk musikisini öğrendiğini, kısa sürede santur çalmakta maharet gösterdiğini, Ufki mahlası ile şiirler yazdığını ve besteler yaptığını anlatmaktadır. Çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Ali Ufki eserler bestelemiş, çeşitli hatıratlar kaleme almış ve tercümeler yapmıştır. İstanbul’da bulunduğu yıllarda dönemin önde gelen devlet adamlarıyla, Hafız Post, Nazım Çelebi gibi sanatçı ve musikişinaslarla tanışan, zaman zaman onların meclislerinde bulunan Ali Ufki’nin musikiye dair iki eseri bulunmaktadır.

1. Şiir ve Şarkı Mecmuası: İçerisinde şarkılar, ilahiler, gazeller yer almaktadır.   2.  Mecmua-i Saz ü Söz:  Ali Ufki Edvarı diye de bilinen ve zamanındaki batı notası ile yazılmış birçok saz ve söz eserini içeren eser British Museum’da bulunmaktadır.

DİMİTRİ KANTEMİROĞLU

Dimitri Kantemiroğlu, 1673-1723 yılları arasında yaşamıştır. Rumen asıllı bir şair ve yazar olan Kantemiroğlu Osmanlı Devletinin Boğdan Eyaletinde beylik yapmıştır. Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde Türk müziğine büyük hizmetlerde bulunmuştur. Müziğe karşı doğal bir yeteneği olan Kantemiroğlu ilk musiki bilgilerini Enderun’da almış, daha sonra kendisini yetiştirerek Türk musiki nazariyatçısı, besteci ve tanbur sanatçısı olarak şöhret yapmıştır. İlk hocaları kemani Ahmet Çelebi ve tanburi Angeli olmuştur. Bestecilik yönünden çok fazla üretken olmamasına rağmen peşrev ve semailerinin orijinalliği nedeniyle her zaman için takdir edilen Kantemiroğlu bestelerinde rast, pençgah ve buselik-aşiran gibi makamları, berefşan ve devr-i kebir gibi usulleri daha çok kullanmıştır.

Kantemiroğlu Kitab-ı İlmül-Musiki Ala Vechi’l-Hurufat (Musikiyi Harflerle Tespit ve İcra İlminin Kitabı) adlı bir kitap yazmıştır. Kitabın birinci bölümünde makamlar, perdeler, usuller gibi kuramsal bilgiler; ikinci bölümünde ise 16.17. yüzyıla ait aralarında kendi bestelerinin de bulunduğu toplam 349 adet peşrev ve saz semaisinin notaları yer almıştır. Türk musikişinasların nota kullanmadığı ve eserlerin meşk usulüyle aktarıldığı dönemde Kantemiroğlu, müzik yazısının müzik teorisinin temelini oluşturduğuna inanarak harfler ve sayılarla yazılan bir nota sistemi geliştirmiştir. Kantemiroğlu bu yeni nota sisteminin yayılmasında istediği başarıyı elde edememişse de kitabında yer verdiği peşrev ve semaileri kendi icadı olan notayla yazarak günümüze kadar değişmeden gelmelerini sağlamıştır.

III. SELİM

Sultan III. Selim (1761-1808) sanatkar ruhlu padişahtır. Türk müziğinin gelişmesine katkıda bulunmuş, kendine özgü bir ekol yaratmıştır. III. Selim’ in musiki hocaları Kırımlı Ahmet Kamil Efendi ve Tamburi İzak’ tır. İsfahanek-i Cedit, Hicazeyn, Şevk-i Dil, Arazbar-Buselik, Hüseyni-Zemzeme, Rast-ı Cedit, Pesendide, Neva-Kürdi, Gerdaniye-Kürdi, Suzidilara, Şevkefza makamları onun meydana getirdiği bileşik makamlardır. Türk müziğinin bilimsel yanını inceleyenlerle yakından ilgilenmiş, onları teşvik etmiştir. Dini ve din dışı toplam 64 eseri bilinmektedir.

ITRİ

XVII. yüzyıl, Osmanlı musiki kültüründe gerek kuramsal çalışmalardaki çeşitlilik ve derinlik, gerekse de bestecilik alanındaki üretkenlik ve nitelik bakımından çok önemli bir dönemdir. Buhurizade Mustafa Itri Efendi bu dönemle özdeşleşmiş en önemli bestekarlardan biridir. Itri’nin Neva Kar‘ı Klasik Türk Musikisi repertuvarının en yetkin eseri olarak kabul edilmektedir. Makamsal geçkiler, ezgilerin zenginliği ve orijinalliği bu eseri bir başyapıt haline getirmiştir. Kar’ın sözleri ünlü İranlı şair Hafız-ı Şirazi’ye aittir. Pençgah, Isfahan, Rahatülervah, Hisar, Bestenigar, Dügah, Buselik ve Nikriz makamlarındaki murabba besteleri ile muhtelif makamlardaki semaileri ve saz eserleri günümüze kadar notalarıyla ulaşabilmiştir. Itri’nin şarkı, türkü, köçekçe gibi küçük formdaki eserlerinin hiçbiri günümüze kadar gelememiştir. Eserlerin tümü büyük formlardadır.  Segah Bayram Tekbiri, Segah Salat-ı Ümmiye, Cuma Salatı, Dilkeş-haveran Gece Salası gibi eserler 20. yüzyılda Itri’ye mal edilmiştir.

Kırım Hanı I. Selim Giray’ın Çatalca’da bulunan çiftliğindeki musiki toplantılarında büyük itibar gören Itri, IV. Mehmet döneminde sarayda musiki hocası ve hanende olarak görev yapmıştır. Kaynaklarda IV. Mehmet’in onu sık sık saraya davet ederek bestelediği eserleri bizzat kendisinden dinlediği kaydedilmektedir. Hükümdarın huzurunda icra edilen fasıllara hanende olarak katılan Itri bu dönemde kendi isteği üzerine esirciler kethüdalığı ile görevlendirilmiştir. Onun bu görevi, esirler arasındaki kabiliyetli ve güzel sesli gençleri bulup yetiştirmek ve geldikleri ülkelerin musikisi hakkında bilgi edinmek amacıyla istediği rivayet edilmektedir. Itri’nin bir musikişinas olarak asıl önemli yönü bestekarlığıdır. Cami, tekke ve klasik musiki alanlarında peşrev, saz semaisi, kar, beste, semai, ayin, durak, tekbir, sala ve ilahi olmak üzere hemen her formda eserler vermiş nadir sanatçılardan birisi olan Itri’nin eserleri alışılmışın dışında bir melodi örgüsüne sahiptir. Çoğunlukla Fuzuli, Nev‘i, Şehri, Nabi gibi şairlerin, nadir olarak da kendi güftelerini bestelemiştir. Yahya Kemal Beyatlı “Itri” adlı şiirinde, onun Türk musikisindeki yerini dile getirmiştir.

HAMMAMİZADE İSMAİL DEDE EFENDİ

Dede Efendi bestekarlığının yanı sıra neyzenliği ve hanendeliği ile de ünlüdür. Sesinin güzelliği ve müzik yeteneği çok küçük yaşta ortaya çıkınca devrin meşhur musikişinaslarından Uncuzade Mehmet Emin Efendi’den özel dersler almaya başladı. 1798’de Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Ali Nutki Dede‘ye bağlandı. Dede Efendi bir yandan saray fasıllarına hanende olarak katılırken, bir yandan da Enderun‘da ve Yenikapı Mevlevihane’sinde musiki dersleri verdi

İsmail Dede Efendi 500 dolayında beste yapmışsa da nota kullanımının yaygın olmayışı ve musiki öğretiminin ezbere dayanması nedeniyle bunların yarısına yakını unutulmuş, 8’i çalgısal, geri kalanı sözlü olmak üzere 267 eseri günümüze kadar ulaşabilmiştir. Sözlü eserlerinden 49’u tasavvufi, 218’i din dışıdır. En önemli tasavvufi eserleri Hüzzam, Saba ve Ferahfeza Mevlevi ayinleridir. Ney üflemeyi Abdülbaki Nasır Dede’den öğrendiği söylenir. Ali Nutki Dede’nin müritliğindeki çilesinin ikinci yılında iken bestelediği, “Zülfündedir benim baht-ı siyahım” dizesiyle başlayan buselik şarkısı musiki çevrelerinde büyük yankı uyandırmıştır. İlk eserlerini III. Selim döneminde vermeye başlamış, sarayda padişahın kendine gösterdiği iltifatlara karşı, “Müştak-ı cemalin gece gündüz dil-i şeyda” mısraıyla başlayan suzinak bestesiyle teşekkür etmiştir. Tarz ve melodik yapı bakımından çok farklı olduğu için eserin bestekarını merak eden III. Selim İsmail Dede’yi saraya çağırarak şarkıyı kendisinden dinlemiştir.  1801 yılında “dede” unvanını aldıktan bir süre sonra bestelediği, “Ey çeşm-i ahu hicr ile tenhalara saldın beni” dizesiyle başlayan hicaz nakış bestesi de musiki çevrelerinde çok beğenilmiştir. Bu nedenle şöhreti iyice yayılmaya başlayan İsmail Dede, tekrar saraya çağrılıp haftada iki defa düzenlenen küme fasıllarına hanende olarak katılmıştır.

Onun musiki hayatındaki en parlak dönemi II. Mahmut dönemidir.  1824-1839 yılları arasında yedi adet Mevlevi ayini bestelemiştir. Batı müziği etkisinin gün geçtikçe arttığı bir dönemde İsmail Dede Türk musikisinin ayin, durak, ilahi, peşrev, saz semaisi, kar, karçe, kar-ı natık, murabba, semai, şarkı, türkü, köçekçe gibi dini ve din dışı sahadaki hemen her formunda eser vermiştir. Bestelerinde dikkati çeken en önemli özellik klasik üslubun korunmuş olmasıdır. Musiki sanatındaki bütün estetik değerlerin ve özellikle melodik çeşitlilikle akıcılığın yer aldığı eserlerinde geleneğe bağlılığın yanında yeni arayışlar da dikkati çeker. Hepsi de rast makamında olan, “Gözümde daim hayal-i cana”, “Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü”, “Yüzündür cihanı münevver eden” adlı şarkıları Batı müziği arayışlarının bir ürünüdür. İsmail Dede, klasik üslubun hakim olduğu büyük formdaki eserlerinin yanında musikiyi daha geniş kitlelere yaymak amacıyla şarkı ve köçekçe gibi küçük formlarda da eserler bestelemiş, ayrıca türküleriyle halk zevkine ve sanatına verdiği değeri ortaya koymuştur. Şarkılarında hüzün ve coşkunun ruh aleminde meydana getirdiği akisler ve farklı bir melodik yapı anlayışı açıkça hissedilmektedir. Kendisinden sonra gelen sanatkarları etkileyen, musikiye yeni bir üslup ve kimlik kazandıran İsmail Dede, ayrıca hafızasındaki eserlerle geçmiş gelecek arasında köprü vazifesi görmüş ve birçok eserin yeni nesillere ulaşmasını sağlayarak Türk musikisine önemli bir hizmet yapmıştır. İsmail Dede’nin zikredilmesi gereken bir yönü de hocalığıdır. Yetiştirdiği pek çok öğrenci arasında, Serkis Limonciyan, Hacı Arif Bey, Nikogos Ağa,  Zekai Dede en meşhurlarıdır. Dede Efendi, Hac görevini yerine getirmek üzere gittiği Hicaz’da hastalanarak ölmüştür.

SERKİS LİMONCİYAN

İstanbul’un Beyoğlu semtinde doğdu. Sesinin güzelliği nedeniyle devrin musiki üstatlarından ders alarak kendini yetiştirdi ve Ermeni kiliselerinde mugannilik yaptı. Bu sırada mevlevihanelere devam edip Türk musikisini daha iyi tanıma ve öğrenme imkanı buldu. Bu arada III. Selim, huzuruna kabul ettiği Limonciyan’ a yeni bir nota sistemi oluşturması için ricada bulunmuştur. Limonciyan Şiraz’da iken İran musikisi üzerine araştırmalar yapmış, İstanbul’a döndükten sonra 1813-1815 yıllarında Hamparsum adlı yeni bir nota sistemi geliştirmiştir. Limonciyan’ın bu nota sistemini sadece dört öğrencisine öğrettiği ve kendisi hayatta iken bu sistemi başkalarına öğretmeyeceklerine dair onlardan taahhütname aldığı söylenir.

Bestelediği eserler ve musiki hocalığının yanı sıra özellikle icat ettiği yeni nota yazısıyla Türk musiki tarihinin önemli simaları arasında yer alan Limonciyan aynı zamanda iyi bir tamburi ve kemani idi. Limonciyan, Türk musikisi formlarının yanında bestelediği Ermenice ilahi ve şarkılarla da bestekarlıktaki  gücünü ortaya koymuştur. Limonciyan’ın on bir peşrev ve dokuz saz semaisiyle kar, kar-ı natık, beste, semai ve şarkı formlarında yirmi yedi adet eserinin olduğunu bildirilmektedir. Hamamizade İsmail Dede Efendi’yi dinlemek için Yenikapı Mevlevihanesi’ne devam ettiği sıralarda bazı ayinleri notaya aldığı da söylenmektedir.

Hamparsum Notası: Limonciyan devrin nota sistemindeki bazı eksiklikleri görerek babasının adını verdiği Hamparsum nota sistemini meydana getirmiştir. Ortaçağ Avrupası’nda kullanılan işaretlerden doğmuş olan Ermeni “neuma” notasına dayanarak geliştirdiği bu sistemde nota karakterleri Ermeni alfabesindeki bazı harflerin stilize edilmesiyle oluşmuştur. Batı notası gibi soldan sağa yazılan, bir sekizlide on dört sesin yer aldığı, portreye ihtiyaç duyulmayan Hamparsum nota yazımında seslerin değerleri notaları gösteren işaretlerin üstüne konulan nokta, küçük çizgi ve dairelerle, suslar da bunların tek başına kullanılmasıyla gösterilmiştir. Bu nota sisteminde bemol, diyez ve bekar gibi değiştirme işaretleri bulunmadığı için donanım da söz konusu değildir. Hamparsum notasındaki yedi ana ses eski Ermeni notalarının isimleriyle adlandırılmıştır. Türk musikisi repertuvarını oluşturan eserlerin büyük bir kısmı bu nota sistemi aracılığıyla zamanımıza kadar ulaşmıştır. Bugün Türkiye ve dünya kütüphaneleriyle bazı özel koleksiyonlarda Hamparsum notasıyla yazılmış nota defterlerine rastlanmaktadır.

SELAHATTİN PINAR

Selahattin Pınar Türk Sanat Müziği’nin en büyük bestecilerinden birisidir. 1902 yılında İstanbul’da doğdu. 12 yaşında Sami Bey’den ut dersleri alarak musikiye başladı. Daha sonraki yıllarda tambur sazına geçti. İlk eseri kürdilihicazkar makamında bestelediği “Mülkün ne yaman şule-i ikbali karardı” dizesiyle başlayan şarkısıdır. 1927 yılında Türk Tiyatrosu’nun ilk Türk ve müslüman kadın oyuncusu Afife Jale ile evlendi. Bu evliliğin Selahattin Pınar’ın sanat hayatına etkisi büyük oldu. Bu dönemde ve özellikle 1935 yılında boşandıktan sonra bestelediği parçalar genelde karşılıksız ve ümitsiz aşkları, ayrılık acılarını içerir. Kürdilihicazkar makamındaki “Nereden sevdim o zalim kadını” ve Hicaz makamındaki “Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek” şarkılarını Afife Jale için besteledi. Selahattin Pınar ve Afife Jale 1920 yılında kurulan ve daha sonra “Üsküdar Musıki Cemiyeti” adını alacak olan “Darü’l-Feyz-i Musıki”nin kurucuları arasındadır. Atatürk’ün huzurunda tambur çalan Selahattin Pınar`ın 100’e yakın bestesi bulunmaktadır. Bestelerindeki söz ve müzik uyumu ender görülen bir yapıda olan Selahattin Pınar, 6 Şubat 1960 günü İstanbul’da yaşama veda etti. Selahattin Pınarın eserlerinden başlıcaları şunlardır. Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek (Hicaz), Nereden sevdim o zalim kadını (Kürdilihicazkar),  Bir bahar akşamı rastladım size (Hicaz), Bakışı çağırır beni uzaktan (Muhayyerkürdi). Kalbim yine üzgün seni andım da derinden ( Beyati), Gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım (Hüzzam), Beni de alın ne olur koynunuza hatıralar (Hisarbuselik), Aylar geçiyor sen bana hala geleceksin (Rast).

HACI ARİF BEY

Hacı Arif Bey 1831 yılında İstanbul’ un Eyüp Sultan semtinde doğmuştur. İlkokul çağında sesinin güzelliğiyle dikkati çekmiş, Mehmet Zekai Efendi’den ders almaya başlamıştır. Kısa süre sonra Mızıka-i Humayun’a alınmıştır. Sultan Abdülmecit’ten sonra Sultan Abdülaziz de Hacı Arif Bey’i takdirle karşılamıştır. Kimseden çekinmeyen tavırlarından ve cariyelerle olan ilişkilerinden dolayı saraydan uzaklaştırılan Hacı Arif Bey çiftliğine çekilmiş, zaman zaman da saraya uğramaya, eserlerini sunmaya devam etmiştir. Sultan Abdülhamit zamanında öncekinden daha düşük bir rütbeyle Mızıka-i Humayun’a tekrar girmiştir.  Bestelediği şarkıların sayısının 1000’e yaklaştığı söylenir. Bunlardan 336’sı günümüze kadar gelmiştir.

SADETTİN KAYNAK

1895 yılında İstanbul’da dünyaya geldi.  Sesinin güzelliğiyle çok küçük yaşlarda çevresinin dikkatini çekti ve Hafız Melek Efendi’den musiki dersleri aldı. Darüşşafaka Cemiyeti’nde musiki öğretmeni Kazım Uz’dan nota ve usul eğitimi alan sanatçı, ilahi ve fasıl konularında Şeyh Cemal Efendi’den yararlanarak kendini geliştirdi.  Kaynak, hüzzam makamındaki “Hicran-ı Elem” adlı ilk şarkısını 1926’da besteledi. Yavuz Sultan Camisi’ne 1928’de başimam olarak atanan sanatçı, bestekar ve icracı kimliğinin ön plana çıkması üzerine bir tercih yapmak zorunda kaldı. İmamlık görevinden istifa ederek, kendini tamamen musiki çalışmalarına verdi. Usta sanatçı, 1926’da plak doldurmak üzere Berlin’e, çeşitli tarihlerde de Viyana, Paris ve Milano’ya gitti.

Kaynak, Atatürk ile olan anısını şöyle nakletmiştir.” İstanbul’a döndükten sonra film musikisi bestelemeye heves ettim. Bu sırada rahmetli Atatürk beni çağırttı. Bana imzalı bir Kur’an-ı Kerim verdi. Kur’an-ı Kerim’de savaşa dair ayetleri tespit ederek ordu kumandanlarına bir konferans vermemi emretti.  Atatürk’ün karşısında, ordu kumandanlarının hazır bulunduğu bir mecliste bu emri yerine getirdim. Atatürk, Kuran’da neler varmış da bizim haberimiz yokmuş dedi. Çeşitli defalar birçok vesileyle Atatürk’ün huzuruna kabul edildim.”

Eserlerinde çok zengin bir folklor yapısı göze çarpan sanatçı, halk müziğinin bölgesel motiflerini derinlemesine inceledi. Şarkı ile türkü arası bir özellik taşıyan üslup kullanarak kendine has bir form oluşturdu. Gezdiği yörelerin özelliği olan uzun havalar ve hoyrat ezgilerin yapısından da etkilenerek hüseyni, gerdaniye ve muhayyer makamlarında da eserler üretti. Halk ozanları Yunus Emre, Karacaoğlan ve Erzurumlu Emrah’ın şiirlerini ve anonim halk ezgilerini de besteledi.

Eserleriyle Türk sanat müziğinde özel bir yeri olan Kaynak, 1932’de bestelediği ve Safiye Ayla’nın yorumuyla ünlenen “Çile Bülbülüm Çile” şarkısının plak, radyo ve konserlerdeki telif haklarını Safiye Ayla’ya devretti ve bu şarkı ile anılır oldu. Usul, ritim, tempo değişiklikleri ve makam geçişleri yönünden zengin eserler ortaya koyan Kaynak, binin üzerinde beste yaptı. Sadettin Kaynak’ın bestelerinin çoğu dönemin ünlü sanatçıları Münir Nurettin Selçuk, Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses, Şükran Özer ve Mualla Mukadder tarafından seslendirildi ve plakları satış rekorları kırdı.

İstiklal Marşı’nı besteleyenler arasında da bulunan Kaynak, aynı zamanda ezanı Türkçe seslendiren ilk kişi oldu. Sadettin Kaynak, 14 Ağustos 1954’te yapılan jübilesinin ardından Kadıköy Koşuyolu’ndaki evine çekildi. Usta sanatçı 3 Şubat 1961’de Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde vefat etti ve Merkez Efendi’deki aile kabristanına defnedildi.

Kaynak’ın unutulmayan eserlerinden bazıları şöyledir; Benim Yarim Gelişinden Bellidir, Tel Tel Taradım, Kara Bulutları Kaldır Aradan, Muhabbet Bağına Girdim Bu Gece, Dertliyim Ruhuma Hicranını, İncecikten Bir Kar Yağar, Çile Bülbülüm Çile, Ben Güzele Güzel Demem, Enginde Yavaş Yavaş, Gönül Nedir Bilene Gönül Veresim Gelir, Leyla Bir Özge Candır, Niçin Baktın Bana Öyle, Leylakların Hayali, Bir Rüzgardır Gelir Geçer Sanmıştım, Ela Gözlerine Kurban Olduğum, Yanık Ömer

MÜNİR NURETTİN SELÇUK

1900’de İstanbul Sarıyer‘de doğdu. On beş yaşında Dar-ül Feyz-i Musiki Cemiyeti’ne öğrenci olarak girdi. Burada Ahmet Irsoy ve Bestenigar Ziya Bey’den müzik dersleri aldı. Münir Nurettin, bestekarlığa 1920 yılında Tevfik Fikret’in “Bu bir teranedir” şiirine yaptığı bir besteyle başladı. İkinci olarak “Sensiz ey şuh gözlerim avare kalbim ağlıyor” güfteli şarkısını besteledi ve bu iki eserden sonra yirmi yıl süreyle hiç beste yapmadı.

1923 yılında, askerliği sırasında Mızıka-i Humayun’da, sonradan da Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti’nde çalışan Münir Nurettin Bey eski okuyuşla yeni anlayışı birleştirdiği alışılagelenden çok farklı bir üslupla ilk plaklarını yaparak dikkatleri üzerine çekti. Aynı yıl Paris’e giderek ses tekniği konusunda öğrenim gördü. Münir Nurettin Türk müziği tarihinde solist olarak ilk kez konser veren sanatçıdır. İlk solo konserini 1930 yılında şimdiki Ses Tiyatrosu’nda vererek büyük ilgi topladı ve hayranlık uyandırdı. Konserlerde frak giymeyi ve ayakta şarkı söylemeyi, aynı zamanda koro eşliğinde solo okumayı ilk kez uygulayan sanatçı oldu.

Beste çalışmalarına 1940-1941 yıllarından sonra başlayan Münir Nurettin  daha çok Nedim, Fuzuli, Behçet Kemal Çağlar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ümit Yaşar Oğuzcan, Mustafa Nafiz Irmak, Vecdi Bingöl ve özellikle Yahya Kemal Beyatlı gibi şairlerin şiirlerini bestelemiştir.  Münir Nurettin bir çok sanatkar yetiştirmiştir. Bunlar arasında özellikle Necmi Rıza Ahıskan, Alaeddin Yavaşça, İnci Çayırlı ve Meral Uğurlu’yu saymak gerekir.  İstanbul’a döndükten sonra otuz yılı aşkın bir süreyle İstanbul Belediye Konservatuvarı icra heyetinde görev yaptı.  Yeşilçam‘a da giren Selçuk ilk müzikal film denemesi olan “Allah’ın Cenneti” filminde rol aldı. Münir Nurettin saz semaisi, ilahi, beste, kar, karçe, semai, şarkı, marş, mehter marşı, ninni, gazel formlarında 100 civarında eser bestelemiştir. Bestelerini daima gün ağarırken yaptığını, kışın hiç eser bestelemediğini, en büyük ilham kaynağının yeşillik, deniz ve güneşin batışını bir arada görebilmek olduğunu söylerdi. En çok rast makamını seven Münir Nurettin,  pest ve tiz seslere aynı derecede hakimiyetiyle tanınmış, üç oktava yaklaşan sesini uzun sanat hayatı boyunca büyük bir titizlik ve ustalıkla koruyarak son yıllarına kadar icracılığını başarı ile devam ettirmiştir. Münir Nurettin Selçuk, 27 Nisan 1981’de evinde öldü ve Aşiyan Mezarlığı‘na defnedildi.

Bazı eserleri şunlardır. Aziz İstanbul, Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın, Dönülmez Akşamın Ufkundayız, Dumanlı Başları Göklere Ermiş, Endülüs’te Raks, Gül Yüzünde Göreli Zülf-i Semen-say Gönül, Hülyama Doğan Son Güneşim, Kalamış, Ne Doğan Güne Hükmüm Geçer Ne Halden Anlayan Bulunur, Rindlerin Ölümü, Sen Şarkı Söylediğin Zaman, Sessiz Gemi, Yedi Renk Üstüne Hareli Dağlar

HÜSEYİN SAADETTİN AREL

1880 yılında İstanbul’da doğdu. Çeşitli devlet kurumlarında üst düzey yöneticilik yaptı. Asıl şöhretini Türk musikisindeki çalışmalarıyla elde eden Arel’in Türk musikisinin son dönemindeki en önemli birkaç kişisinden biri olduğu kabul edilmektedir.

İlk musiki öğrenimine İzmir’de henüz on yaşlarında iken mandolin çalarak başladı. Bir süre sonra Şeyh Cemal Efendi’den ut ve Türk musikisi dersleri aldı. İstanbul’a döndüğünde bestekar udi Şekerci Cemil Efendi’den musiki bilgisini ilerletti. Ayrıca ney, piyano ve diğer bazı nefesli ve yaylı sazları öğrendi. Özel musiki toplantılarının birinde Dr. Suphi Ezgi ile tanıştı ve onunla hayat boyu sürecek bir musiki arkadaşlığına başladı. Darütta‘lim-i Musiki’nin öğretim kadrosunda yer aldı. Ayrıca çok sesli musiki ile de meşgul oldu. Kemençe beşlemesi gibi bir yeniliği gerçekleştirerek soprano, alto, tenor, bas, kontrbas olmak üzere beş ayrı boy kemençe imal ettirdi. Bu sazlar için dörtleme ve beşlemeler besteledi. İstanbul Belediye Meclisi’nce İstanbul Konservatuvarı Batı Musikisi Bölümü’nün düzenlenmesi ve 1926’da kapanan Türk Musikisi Bölümü’nün yeniden açılmasını gerçekleştirmesi için büyük yetkilerle Bilimsel Kurul Başkanlığına getirildi. Burada Türk musikisi nazariyatı ve tarihi dersleri verdi. Türk Musikisi İcra Heyeti adıyla bir topluluk oluşturdu. Belediye Konservatuvarından ayrıldıktan sonra İleri Türk Musikisi Konservatuvarını kurdu. 1953’e kadar buradaki derslerine devam etti. 1943’te İstanbul Belediye Konservatuarı İlmi Kurul Başkanlığına getirildi ve beş yıl bu görevde kaldı. Bu görevde iken Filarmoni Derneği’ni kurdu. Eserlerinden 100 kadarının notası MusikiMecmuası’nda yayımlanmış, bir kısım eserleri Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu Türk musikisi repertuvarına alınmıştır

İstanbul Belediye Konservatuarı’nda ders verdiği sıralarda, Türk musikisinin nazariyatı ve tatbikatı ile ilgili fikirlerini benimseyen öğrencileri Arelci adı ile anılmaya başladı. Sonraları bu yeni şartlar içinde yapılan eğitim hamleleri Arelcilik akımı olarak nitelendirildi. Bu akımın ilkelerini şu şekilde tespit etmek mümkündür. Milli musikimizin adı Türk musikisidir, ona alaturka demek yanlıştır. Türk musikisi bir bütündür, sanat musikisi ve halk musikisi gibi ayırımlar bu bütünün dallarından başka bir şey değildir. Milli musiki heptatoniktir (yedi sesli), pentatonik (beş sesli) değildir. Türk musikisi ses sistemi tarihten gelen bir düzen içinde yirmi dört perdeli ve aralıkları eşit olmayan bir sistemdir, Türk musikisinde Arel-Ezgi olarak anılan notasyon  sistemi ile bağlantılı olarak kullanılır. Türk musikisi sahip olduğu geniş, zengin, değerli kaynak ve malzemesiyle ilerlemeye Batı musikisinden daha uygundur. Bununla beraber Türk musikisi Batı musikisinin metot ve usullerinden de faydalanmalıdır. Okullarda musiki eğitimi ve öğretimi Türk musikisi nazariyatı esaslarına göre metotlu bir şekilde yapılmalıdır. Türk musikisi ilmi olarak incelenmeli, araştırılmalı ve çok sesliliğe açılmalıdır. Bestelerinde Türk dilinin prozodisini geniş açıdan ele alarak söz eserlerinde uygulayan Arel’in en önemli özelliklerden biri de makam zenginliği olup bestelerinde o zamana kadar kullanılmamış çeşitli makam geçkilerini görmek mümkündür. Lalegül adlı yeni bir makam terkip etmiş, ferahnüma makamı ile ilk defa klasik bir fasıl bestelemiştir. Musiki formlarına usullü duraklar gibi birtakım yenilikler getirmiştir. Ayrıca gazellere yaptığı besteler dolayısıyla bu formun tek bestekarı olduğu söylenebilir. Çeşitli makamlarda elli bir ayin-i şerif besteleyerek bu konudaki gücünü ortaya koymuştur. Türkiye’de bestelenen ilkokul şarkılarının çoğu da ona aittir. Türk musikisinin en büyük saz eserlerinin bestekarı olduğunu söylemek de mümkündür. Saz semailerini dört haneden altı haneye çıkararak yaptığı “konser saz semaileri”, sazında belirli bir teknik seviyeye erişmiş sanatkarların solo çalması için yazılmıştır. Büyük saz topluluklarıyla çalınabilecek saz eserleri bestelemiş, ayrıca notalı taksimlerde çığır açmıştır. Türk musikisinde ilk çok sesli musiki örnekleri vermiş, Batı musikisi formlarını çok sesli Türk musikisine uyarlama çalışmaları yapmıştır. Bugün geçerli olan donanım, güçlü, dizi, geçki, dörtlü, beşli gibi birçok Türkçe musiki terimi ilk defa Arel tarafından kullanılmış ve daha sonra yaygınlaşmıştır. 6 Mayıs 1955’te Şişli’deki evinde vefat etmiş ve Zincirlikuyu Asri Mezarlığı’na defnedilmiştir.

SUPHİ EZGİ

Suphi Ezgi ünlü musikişinaslardan aldığı dersler sayesinde birçok musiki üstadının üslubuna sahip olmuş ve bunlar ileride yapacağı eser tespiti çalışmalarının temelini oluşturmuştur. 1913’te Hüseyin Sadeddin Arel ile birlikte, öncülüğünü Rauf Yekta Bey’in yaptığı Türk müzikolojisi incelemelerine katılmıştır. Daha sonra Salih Murat Uzdilek’le birlikte “Arel-Ezgi-Uzdilek Sistemi”ni ortaya koymuştur. Türk musikisinin ses sistemindeki perdelerin mahiyetini tespit eden bu sistem uzun yıllar öncesine giden yoğun araştırmalar sonucunda meydana getirilmiştir. Ezgi İstanbul Belediye Konservatuvarı Tarihi Türk Musikisi Eserlerini Tasnif ve Tespit Heyeti’nde çalışmıştır. Bu çalışmalar, birçok eserin unutulmaktan kurtarılıp yeniden Türk musikisi repertuvarına kazandırılması bakımından büyük önem taşımaktadır.

Hamparsum ve Batı notasını iyi bilen Suphi Ezgi, özellikle eser incelemesi esnasında mukayeseler sonucu ortaya çıkan farklılıkların giderilmesi hususunda gösterdiği titizlik ve gayretiyle tanınmıştır. İyi bir tamburi idi. Aynı zamanda ney üflüyor, keman çalıyordu. İcracılığının en önemli yönü ise güzel sesinin yanında kendine özgü tavır ve üslubunun hakim olduğu hanendeliğidir.  Ezgi ayrıca aralarında Fahri Kopuz, Mesut Cemil, Yılmaz Öztuna, Arif Sami Toker gibi tanınmış isimlerin de bulunduğu çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir.

Ezgi’nin “Nazari-Ameli Türk Musikisi”adlı eseri Türk musikisi kurallarının müspet ilim esaslarına göre araştırılıp tespit edildiği bir eser olup en eskisinden başlayarak musikiyle ilgili kaynakların incelenmesi suretiyle kaleme alınmıştır. Kendi bestelerinden yirmi beşinin de yer aldığı eserde ayrıca 650 civarında yazar tarafından derlenen musiki eserinin notası mevcuttur

Suphi Ezgi 700’den fazla eser bestelemiş, ancak bunlardan sadece durak, peşrev, saz semaisi, oyun havası, taksim, beste, ağır semai, yürük semai, marş ve şarkı formundaki 165’ini yayınlamıştır. Sözleri Tevfik Fikret’e ait olan “Vatan Şarkısı” adlı eseri Paris Konservatuvarı profesörlerinden Albert Lavignac tarafından armonize edilmiştir. Ayrıca kürdi makamının hüseyni-aşiran perdesindeki şeddini “aşkefza”, buseliğin aynı perdedeki şeddini de “ruhnüvaz” adlarıyla bağımsız yeni makamlar haline getirmiş ve şeref-i hamidi makamının adını “şerefnüma” olarak değiştirmiştir. Ezginin tamamlanmış Tambur Metodu ve yarım kalmış Türk Musikisi Solfej Metodu bulunmaktadır.

RAUF YEKTA

1869 yılında İstanbul’da doğmuştur. Araştırma ve çalışmalarıyla Türk müzikolojisinin ve günümüz Türk musikisi sisteminin temellerini atmıştır. Rauf Yekta Bey müzikolog, bestekar ve neyzen kimliğiyle Türk musikisi tarihinin önde gelen kişilerinden biridir. İlk musiki meşklerine 1885’te yedi yıldan fazla öğrencisi olduğu Zekai Dede’den dini eserler geçerek başladı. Sonraki yıllarda aralarına Hüseyin Sadettin Arel’i de alan Rauf Yekta ve Mehmet Suphi Ezgi, özellikle nazariyat konusunda çalışmalarını genişleterek yayımlamışlardır. Bugün Türk musikisinde kullanılmakta olan nota yazısının temeli olan bir 8’li içerisinde 24 eşit olmayan aralığın yer aldığı 25 perdeli sistemin ilk teorik açıklamasını Rauf Yekta Bey yapmıştır. Rauf Yekta Bey derlemeleri ve musikiyle ilgili hemen her konuda kaleme aldığı 400 civarında makalesiyle kendini musiki çevrelerine kabul ettirmiştir. 6 Nisan 1898 tarihli İkdam gazetesinde yayımlanan “Osmanlı Musikisi Hakkında Birkaç Söz” adlı makalesiyle başladığı musiki yazarlığına ses fiziğini ve ilmi üslubu getirmiştir. Çalışmalarının önemli bir kısmını araştırmalara ayıran Rauf Yekta Bey’in bestekarlıkla fazla meşgul olamadığı söylenebilir. Buna rağmen peşrev, kar, beste, ağır semai, saz semaisi, şarkı, marş, mevlevi ayini, tekbir ve ilahi formlarında elli civarında eser bestelemiştir. Zengin bir musiki repertuvarına sahip olan, bestelerinde klasik üslubun hakim olduğu Rauf Yekta Bey, Mehmed Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’nı da bestelemiştir. Onun mahur peşreviyle bayati-araban saz semaisi seçkin saz eserleri arasında yer alır. İyi bir musiki hocası olan Rauf Yekta Bey pek çok öğrenci yetiştirmiştir. Bunlar arasında uzun süre ders verdiği Mehmet Suphi Ezgi, Zeki Arif Ataergin, Suphi Ziya Özbekkan, Ruşen Ferit Kam ve Vecihe Daryal özellikle sayılmalıdır. Duyarlı kişiliğinin yanı sıra kibarlığı ve alçak gönüllülüğüyle bir İstanbul efendisi olarak bilinen Rauf Yekta Bey’in el yazması, nota, musiki belgeleri ve musiki eserlerinden oluşan zengin bir kütüphanesi vardı. 1962 yılında vefat etmiştir.

CİNUÇEN TANRIKORUR

Bestekar, müzikolog, ut virtüözü, şarkı sözü yazarı olan Cinuçen Tanrıkorur 20 Şubat 1938 tarihinde Fatih’de dünyaya geldi. Müzik eğitimine İstanbul Belediye Konservatuarı Türk Musikisi Bölümünde Münir Nurettin Selçuk un öğrencisi olan amcası Mecdinevin Tanrıkorur’un ile 2.5-3 yaşlarından itibaren meşk ederek başladı. Cinuçen Tanrıkorur daha ilkokul çağlarında Sultan III.Selimin Suzi Dilara makamındaki yürük semaisini okuyordu. Eyüp Musiki Cemiyeti başkanı, bestekar ve kemani Mustafa Sunar‘ın öğrencisi olan annesi sayesinde ut ile tanıştı. Kendi kendine ut çalmasını ve daha sonraları beste yapmasını öğrendi. Besteciliğe 14 yaşında Ferahnak makamında oldukça parlak bir saz semaisi ile güftesi Fuzuli‘ye ait Şevk-efza makamında bir şarkı besteleyerek başladı. Ut’da sahip olduğu musiki birikiminin yardımıyla kısa zamanda öne çıkmayı başaran Tanrıkorur bu konuda en çok Yorgo Bacanos’tan etkilenmiş, zaman içerisinde udi Nevres ve Şerif Muhittin Targan gibi ut’da kendine özgü bir tarz ortaya koymuştur. 1973 yılında T.R.T. Ankara Radyosu Türk Sanat Müziği Şube Müdürlüğü görevine getirildi ve burada 1982 yılındaki istifasına kadar programcılıktan daire başkanlığına kadar çok çeşitli görevlerde bulundu. Konya’da Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne bağlı Müzik Eğitimi Bölümünü kurdu. 1989 yılında, irsi olan böbrek hastalığı dolayısıyla Kültür Bakanlığı tarafından ABD’ye gönderildi ve burada 117 eser besteledi.

Batılı anlamda ilk ut metodu ile Türk musikisi üzerine sayısız makalenin yazarı olan, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve az Arapça bilen Tanrıkorur’un yurt içinde ve dışında verilmiş pek çok tebliğ ve konferansı vardır. Bestelediği eserlerin sayısı 500 civarındadır. Fransız radyosunca LP’si yapılan ilk klasik Türk müziği sanatçısı olan Cinuçen Tanrıkorur, Tayland’dan ABD’ye, İsveç’ten S. Arabistan ve Fas’a kadar 22 ülkede davet üzerine solo ut ve ses resitalleri, konferans ve seminerler vermiştir. Tanrıkorur’un basılmış “Biraz da Müzik” ile “Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler” adlı kitapları mevcuttur.  Uzun yıllar TRT’ye verilen müzik eserlerini inceleyen komisyonun başkanlığını yaptı. Münir Nurettin Selçuk‘tan sonra Yahya Kemal’in şiirlerini en çok besteleyen ikinci kişidir. Feyzi Halıcı şiirlerinden çok fazla bestesi mevcuttur. Kanser hastalığı nedeniyle 62 yaşında ölmüştür.

ALAEDDİN YAVAŞÇA

Mehmet Alaeddin Yavaşça 1926 yılında Kilis’te doğmuştur. Musiki hayatına daha 8 yaşındayken keman dersleri alarak başlamıştır. İstanbul’a gittikten sonra, Sadettin KaynakMünir Nurettin SelçukNuri Halil PoyrazRefik FersanMesut Cemil gibi üstatlardan yararlanmıştır. İstanbul Belediye Konservatuvarı ve İstanbul Üniversitesi Korosu gibi kuruluşlarda icra kabiliyetini ve musiki bilgisini geliştirmiştir. 1950 yılında açılan sınavı kazanarak İstanbul Radyosunda solist olmuş, zamanla TRT bünyesinde Danışma, Denetleme ve Repertuvar kurullarında önemli görevler almıştır. 1967’de solistliği yanında koro yöneticiliğine de başlamıştır.

Devlete bağlı ilk Türk Musiki Konservatuvarının kurucuları arasında yer almış,  Yönetim Kurulunda ve öğretim kadrosunda çalışmıştır. Konservatuvar YÖK yasasıyla İstanbul Teknik Üniversitesine bağlandıktan sonra, 1990’da İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Profesörlüğüne atanmış ve Ses Eğitimi Bölüm Başkanlığı’na getirilmiştir.  İcracılığı yanında beste, semai, şarkı, çocuk şarkıları, peşrev, saz semai, medhal, mevlevi ayini ve ilahi formunda 140 adet bestesi vardır. İki kez davet edildiği Amerika Birleşik Devletleri‘nde beş ayrı konser vermiştir. 1988 yılında BBC’nin daveti üzerine Londra Queen Elizabeth Hall’da tertiplenen Müzik Festivali’nde üç konser icra etmiştir. Ayrıca, Almanya‘da BerlinKölnHamburg ve Achen‘de muhtelif konserler vermiştir. Dr. Alaeddin Yavaşça’nın bir uzunçaları, 25 adet 78’lik plağı, 15 adet 45’lik plağı mevcuttur. Alaeddin Yavaşça’ya 1991 yılında “Devlet Sanatçısı” unvanı verilmiştir.  Rahatsızlandığı 2017 yılına kadar Haliç Üniversitesi Konservatuarı’nda öğretim üyesi olarak ders vermiştir. 23 Aralık 2021 Perşembe günü yaşlılığa bağlı çoklu organ yetmezliği nedeniyle tedavi gördüğü Koç Hastanesi‘nde hayatını kaybetmiştir.

Sanatçının başlıca eserleri şunlardır. Başka söz söylemem aşktan yana ben, Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok,  Kimseyi böyle perişan etme Allahım yeter, Şen gözlerinle yüzüme bir baktın, Sarı mimozamsın sen benim, Gülen gözlerinin manası derin, Ümitsiz Bir Aşka Düştüm Ağlarım Ben Halime, Ne Günah Etse Açılmaz İki Gönlün Arası

AVNİ ANIL

Avni Anıl, 23 Nisan 1928 tarihinde dünyaya geldi. Musikiye çocukluk yıllarında Üsküdar halkevinde başladı. 1950 yılında Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde Emin Ongan‘la tanıştı ve ders almaya başladı. Orada 7 yıl süreyle Türk müziğinin esaslarını öğrendi. İlk beste denemelerine Üsküdar Musiki Cemiyeti‘nde başladı. Popüler şarkıların notalarını piyasaya yayınlayıp, sattı. 1969 yılında “Musiki ve Nota” adlı dergiyi çıkardı.

Avni Anıl, Hüzzam makamındaki “Ağla çeşmem eski lezzet kalmamış” adlı bestesini Adana’da polisken yaptı. Adana’da polislik yaptığı dönemde Nevzat Atlığ İstanbul Radyosuna çağırdı. Avni Anıl bu gelişmeleri şöyle anlatıyor, “T.R.T. kurumu henüz yoktu. Ankara, İstanbul, İzmir Radyoları vardı. İstanbul Radyosunun müdürü Mesut Cemil‘di ve Nevzat Atlığ‘da onun yardımcısıydı. Radyoda görev yapan

Üsküdar Musiki Cemiyetinden arkadaşlarım Arif Sami Tokerney üstadı Niyazi Sayınkemençe üstadı Cüneyd Orhon beni de çağırdılar.

Gönlümü emniyette bırakıp musikiye gittim.” 1982 yılında İzmir Radyosu’ndan emekliye ayrıldı. 1990 yılında Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, Devlet Türk Sanat Musikisi topluluklarının sınavlarını yapmak için Uzman Sanatçı kadrosu ile yeniden memurluğa başladı. 120’yi aşkın eseri olan besteciye 1998 yılında Kültür Bakanlığı’nca  Devlet Sanatçısı unvanı verildi. Ümit Yaşar Oğuzcan‘ın şiirlerini besteledi. Son dönem besteciler içinde Yusuf Nalkesen ile birlikte en önde gelenlerdendir. 1993 yılına kadar Elazığ, Diyarbakır, Samsun, Konya ve Bursa’da koroların kurulması çalışmalarında bulundu. 1955 yılında, Akşam gazetesinde “Türk Musikisi ve Radyolarımız” diye yazılar yazdı. Münir NurettinSadettin Kaynak gibi ünlü müzisyenlerle röportaj yaptı. Ayrıca “Anılar ve Belgelerle Musikimiz”, “Bestecilerimizden Ezgiler” adlı nota kitaplarını yayınladı. “Musikimizden Portreler” isimli belgeseli ile televizyona başladı. Radyolarda “Sazdan Söze” ve “Dizelerden Ezgi Bahçesine” isimli programlara imza attı. 2008 yılında öldü.

Başlıca eserleri şunlardır. Rüya gibi uçan yıllar, biraz durun durun biraz, Dilşad olacak diye kaç yıl avuttu felek, Sevmiyorum seni artık gözlerimi geri ver, Biraz kül biraz duman o benim işte, Kader kime şikayet edeyim seni bilemem, Unutamıyorum, unutamıyorum gecem yok artık gündüzüm yok, Gözlerin bir aşk bilmecesi sorar gibi, Unutulmuş ne varsa sevgiden geri kalan, Aşk bu değil yapma güzel, Ne yeşili ne siyahı gözümde hep gözleri var, Mihrabım diyerek sana yüz vurdum,  İçimde nice uzun yılların özlemi var, Kaderimde hep güzeli aradım, Öyle dudak büküp hor gözle bakma, Bir peri masalı kulaklarına, Bir göz aşinalığı var aramızda, Gün be gün yaşanan o hatırayı unutup bir yana atmak olmaz ki.