13. Yüzyıl Orta Asya’da Moğolların hakim olduğu karmaşık bir dönemdir. Bu yüzyılın başlarında Cengiz Han komutasındaki Moğol orduları Batıya doğru seferler düzenlemişler, Ön Asya’daki halkları kılıçtan geçirerek göçe zorlamışlardır. İşte böyle bir ortamda, 30 Eylül 1207’de kimi kaynaklara göre tüm ailesinin yaşadığı bugünkü Afganistan’ın kuzeyinde yer alan Horasan Eyaletinin Belh şehrinde kimi kaynaklara göre de babasının bir dönem görev yaptığı şimdiki Tacikistan sınırları içerisindeki Vahş Şehrinde Muhammet Celaleddin adında bir çocuk dünyaya gelir. O dönemde Büyük Selçuklu Devletine bağlı Belh Şehri her ırktan, dinden insanların birlikte yaşadığı, her türlü medeniyetin yeşereceği ortamı bulabildiği, camiler, kiliseler ve sinagoglarla dolu bir kültür şehridir. Bu çocuğun annesi Harezmşah Devletine bağlı Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun , babası da dönemin önemli din alimlerinden Hüseyin Hatimi’nin oğlu Sultan’ül Ulema Bahaeddin Veled’dir. Bahaeddin Veled’in aile köklerinin Hazreti Muhammed ve Halife Ebubekir’e dayandığı, annesinin ise Harezmşahlılar hanedanına mensup Sultan Alaeddin Harezmşah’ın kızı olduğu iddia edilmektedir. Bu çocuk ileride Mevlana Celaleddin-i Rumi olarak anılacaktır. Beş yaşında Kuran’ı, sekiz yaşında Fıkıh İlmini öğrenmeye başlayan Muhammet Celaleddin’e Türkler ve Farslar farsçada üstad anlamına gelen Hüdavendigar ya da arapçada efendimiz anlamına gelen Mevlana adını vernişlerdir. Mevlana’ya yabancılar sadece Celaleddin-i Rumi derler. Allah’ın adı da olan ve “ bu yolun kılıcı, aslanı, yenileyicisi” anlamına gelen Celaleddin adını ona hocası takmıştır. Rumi sözcüğü ise Anadolu’nun Türkler tarafından fethedilmeden önce Doğu Roma yani Bizans İmparatorluğu sınırları içerisinde yer almasından ve Rum adıyla anılmasından dolayı ilave edilmiştir. Mevlana’nın doğum yeri ve adı gibi milliyeti de sürekli tartışma konusu olmuştur. Doğduğu şehrin bağlı olduğu Horasan’ın Fars toprağı olması, ayrıca şiir ve mektuplarını farsça yazması nedeniyle Mevlana bazı kesimler tarafından İranlı olarak kabul edilir. Yalnız, o dönemde İran, Tacikistan ya da Afganistan diye bir ülke yoktu, sadece Fars Ülkesi vardı ve Mevlana’nın doğduğu iddia edilen Belh ve Vahş Şehirleri o çağda Fars Ülkesinde idi. Ayrıca, bu topraklarda hüküm süren Büyük Selçuklu Devleti’nin resmi dili de farsçaydı. O nedenle Mevlana ne Türk ne de İranlı sayılır. En doğru tanımla Mevlana bir Farstır. Ancak,” Beni yabancı yerine koymayın, ben bu mahalledenim / Ben sizin mahallenizde kendimi arıyorum / Düşman gibi görünüyorsam da düşman değilim / Hintçe konuşuyorsam da aslım Türktür.” ya da “El değilim bu Yurdun çocuğuyum/ Irmağını arayan bir kuğuyum/ Düşman görünsem de değilim asla/ Dilim Fars dili ama ben Türk oğluyum” dizeleri kafa karıştırmış ve Mevlana’nın Türk olduğu tartışmalarını gündeme getirmiştir. Öte yandan, Mevlana’nın evde Farsça konuştuğu rivayet edilmektedir. Mevlana’nın “ Türkçe biliyorum ama bir sözü anlatmam için bin söz etmem gerekir” sözü de Türk olmadığının kanıtıdır. Nitekim Türkçe iki üç rubaisinin dışındaki tüm eserlerini farsça kaleme almıştır.
Mevlana’nın doğumunu izleyen günlerde Bahaeddin Veled bir rivayete göre yaklaşan Moğol istilasından korunmak amacıyla ailesi, kitapları, eşyaları ve kırk adet müridinden oluşan üç yüz kişilik ve üç yüz develik büyük bir kervan ile 1212 yılında Belh’ten yola çıkmış ve önce Semerkant’a gidip orada yerleşmiştir. Bu ayrılışta felsefeye inanmayan Sultan Veled’in çağdaşı filozoflardan Fahreddin-i Razi ile yaptığı tartışmaların ve bu tartışmalarda Sultan Harezmşah’ın Razi’nin tarafında yer alarak Sultan Veled’i müderris yapmamasından doğan huzursuzluğun rolü olduğu da rivayet edilmektedir. Ayrıca Sultanın, toplumda büyük bir saygınlığı bulunan Veled’i Belh Emiri yapmak istemesine karşın Veled’in “ Benim sultanlığım bu dünyaya ait değildir, fakirliğim şerefimdir ” diyerek reddetmesinin de ayrılışta etkili olduğu söylenmektedir. Kervan Belh’ten ayrıldığında Mevlana henüz beş yaşındadır.
Kervan Semerkant’tan sonra Horasan, Nişabur, Bağdat, Küfe, Mekke ve Medine şehirlerine uğrar. Nişabur’da ünlü islam alimi Feridettin Attar ile tanışan Sultanü’l Ulema, Mekke’de haç farizasını yerine getirir, Medine’de Hazret-i Muhammedin, Küfe’de de Hazreti Ali’nin mezarlarını ziyaret eder. Mevlana genç yaşta Feridettin Attar’ın Esrarname adlı kitabını okur ve çok etkilenir. Feridettin Attar Mevlana’yı tanıyınca Sultan Veled’e “ Senin bu oğlun ileride dünyanın yanma kabiliyeti olan insanlarının yüreklerini eteşe verecektir “ diye seslenir. Mevlana babasının arkasından giderken de “ Allah’a hamdolsun, işte büyük bir nehir arkasından koskoca bir okyanusu sürüklüyor “ der. Kervan Medine’yi takiben Şam, Kudüs, Malatya, Sivas, Erzincan(Akşehir), Erzurum, Harput, Kayseri, Niğde şehirlerine uğradıktan sonra o dönemde Larende adı ile de anılan Karaman’da konaklar. Mevlana düzenli bir medrese eğitimi almasa da yaptığı bu seyahatler sırasında gezdiği Orta Asya Türk Coğrafyası, Acem İran Coğrafyası, Arap Coğrafyası ve Anadolu Türk Coğrafyası, bu coğrafyalarda ziyaret ettiği şehirler, bu şehirlerde tanıştığı her dinden ve etnik yapıdan insanlar onun fikri gelişiminde ve ileride babasının ölümü üzerine ortaya çıkan boşluğu layıkiyle doldurmasında büyük etken olmuşlardır. Sultanü’l Ulema Karaman’da kısa sürede etrafına yeni müritler toplayarak müslümanlara vaaz ve din dersleri vermeye başlar. Mevlana da Karaman’da kuran, hadis, fıkıh ve kelam dersleri alır, Fars ve Arap Dili, Edebiyatı üzerine eğitim görür. Mevlana’nın Karaman’da hiristiyan din bilgini Timetheos ve yahudi Neftaleim ile tanışması onun ilerideki fikri yaşamı üzerinde önemli bir etki yapmıştır. Bu arada Mevlana 1225 yılında Larende’nin hatırı sayılır kişilerinden Lala Şerafeddin Semerkandi’nin kızı Gevher Hatun ile evlenir ve bu evlilikten olan oğullarına babası ve ölen ağabeyinin isimleri olan Veled ve Alaeddin’i verir. Gevher Hatun’un ölmesi üzerine de Konyalı İzzeddin Ali’nin dul eşi rum kökenli Kerra ya da Kira Hatun ile evlenir ve ondan da biri kız olmak üzere üç çocuğu dünyaya gelir. Bahaeddin Veled, ailesi ve müritleri Karaman’da yedi yıl kaldıktan sonra 3 Mayıs 1228 de Sultanın deveti üzerine ilim ve irfan merkezi Konya’ya gelmişlerdir. Konya o dönemde şiirin ve bilginin ilahı sayılan Alaeddin Keykubat’ın Sultan olduğu Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkentiydi ve bizans ve arap medeniyetlerinin bir buluşma noktasını oluşturuyordu. Alaeddin Keykubat Sultan Veled’i Konya’nın girişinde engin bir hürmetle karşılamış, büyük bir mütavazılık örneği göstererek atının üzengisinden tutup sarayına kadar götürmüş ve orada tüm devlet erkanının önünde onu tahtına oturtarak tacını sunmuştur. Mevlana bunun üzerine, “ Benim sultanlığım bu Dünyaya ait değildir. Tahtınız ve tacınız sizin olsun.Ben Dünya nimetlerinden çok Tanrı yolunda çalışmaya devam edeceğim “ diyerek Sultanın tacını kabul etmemiştir.
Mevlana’nın ilk hocası babası Bahaeddin Veled’dir. İkinci olarak da babasının da müridi olan Seyyid Burhaneddin Tırmizi’den dersler almıştır. Seyyid Burhaneddin, Belh’te Sultanü’l Ulema Bahaeddin Veled’in müritidir ve Veled Belh’ten ayrıldıktan kısa bir süre sonra şeyhini aramak üzere Bağdat ve Şam’a uğrayıp Konya’ya gelmiştir. Ancak geldiğinde şeyhinin öldüğünü öğrenir. Babasının 24 Şubat 1231 de ölümü üzerine 24 yaşında Dergahın başına geçen Muhammet Celaleddin bir yandan müritlerini irşad ederken, bir yandan da Cuma günleri Altun – Aba Medresesi Camii’nde cemaate dini, felsefi ve tasavvufi bilgiler vererek onların aydınlanmalarına hizmet etmeye başlar. Bu arada, genç Mevlana ile yakından ilgilenen Seyyid Burhaneddin onun eğitimi görevini de üstlenir. Mevlana Seyyid Burhaneddin’in tavsiyesi üzerine din ve edebiyat ilimleri konusunda kendini geliştirmek üzere Konya’dan ayrılır. Bu yolculukta Kayseri’ye kadar kendisine Seyyid Burhaneddin de eşlik eder. Mevlana Halep’te bir süre kalarak çeşitli medreselerde öğrenim gördükten sonra Şam’a geçer ve burada öğrenimini tamamlar. Mevlana Şam’da Theredor adlı hiristiyan bir öğrenci, Haham Neftalin ve Muhiddin-i Arabi ile tanışır ve onlarla dini sohbetler yapar. Mevlana’nın Halep ve Şam’da yaklaşık yedi yıl kaldığı sanılmaktadır. Bu arada Arap dili ve edebiyatı, fıkıh, tefsir, hadis ve daha başka ilimler üzerine tahsilini tamamlayıp Kayseri’ye hocası Seyyid Burhaneddin’in yanına gelir. Hocası Seyyid Burhaneddin’in gözetimi altında manevi eğitimini Kayseri’de de sürdüren Mevlana, bir hücrede halvete girip kırk gün çile çıkardıktan sonra şeyhiyle birlikte Konya’ya gelir. Seyyid Burhaneddin Mevlana’ya icazet verdikten sonra tekrar Kayseri’ye döner. Mevlana için Konya’nın önemi büyük olsa da doğduğu toprakları bir türlü unutamaz. Nitekim yazdığı bir beytte bu özlemini şöyle dile getirir.
“Bir an olsun meclisimizi beze
Beze de gökyüzü gece yarısı güneşi apaçık görsün.
Beze de aşk ışığı Konya’dan başlasın
Bir anda Semerkant’a, Buhara’ya yayılsın”
Mevlana’nın hocası Seyyid Burhaneddin, Bağdat’ta iken tanıştığı, aynı zamanda orada bir zaviyesi de bulunan eski dostu Baba Zaman’a yazdığı mektupta o dönemdeki Mevlana’yı şöyle tasvir ediyor.“ İmdi Konya’da bir alim
yaşar. İsmini belki duydunuz, belki de duymadınız. Adı Mevlana Celaleddin ise de çoğu kimse Rumi diye çağırır zatını. Ne bahtlıyım ki kendisini tanır oldum. Tanımakla da kalmadım hocası oldum ve dahi babasının vefatından sonra mürşidi oldum ve ondan da yıllar sonra talebesi oldum. Ne talihliyim ki onunla diz dize ilim çalıştım. Evet ya habibi, senin anlayacağın talebemin talebesi oldum. Öyle marifetli, öyle mümtaz ve müstesnaydı ki, bir an geldi kendisine öğretecek bir şeyim kalmadı. Bu sefer ben ondan öğrenmeye başladım. Gel
gelelim Rumi çok az insanda mevcut bir hünere sahiptir. Dinin dış kabuğunu aralayıp, özündeki evrensel ve ebedi cevheri çekip çıkarma becerisi. Rumi her ne kadar kamil ve ilmine vakıf bir kimse olsa da, kimsenin çözemediği bir boşluk taşımakta içinde. Ne ailesinin ne de mürşitlerinin doldurabildiği bir boşluk bu. Birkaç kez bana içini döktüğünde kendisi de buna yakın bir tespitte bulundu. O’na, “ Şüphesiz ki hamlıktan uzak ve arınmışsın ama aşk odunda pişmedin. Kadehin ağzına dek bade ile dolsa da ruhuna öyle bir kapı açmalı ki dolar sular taşsın “ dedim. “Ne yapmalı ?” diye sual edince “Sana bir yoldaş gerek” dedim ve kendisine mümin müminin aynasıdır hadisini hatırlattım.
Bu dönem aynı zamanda Baycu Noyan komutasındaki Moğolların , daha doğrusu onların uç beyliği olan İlhanlılaın 1234 yılında Erzurum yakınlarında cereyan eden Kösedağ Savaşı ile Alaeddin Keykubat’ın ölümü üzerine yerine geçen oğlu Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev’i mağlup ettikleri bir dönem olmuştur. Savaştan sonra Anadolu içlerine kadar ilerleyip Konya surlarına kadar dayanan İlhanlılar, Mevlana’nın araya girmesiyle Selçuklu Devletini yıkmayıp haraca bağlamışlardır. Bu dönemde sadece Mevlana değil Hacı Bektaş-ı Veli, Ahmet Yesevi’nin müridi Ahi Evran ve Yunus Emre gibi Horasan Eren’leri olarak tanınan dervişler de Anadolu’ya gelerek Moğol saldırılarından kaçıp göçen ve bu nedenle de büyük bir manevi boşluk içine düşen her ırktan, cinsten, dinden, mezhepten ve etnik yapıdan insanları bir Aydınlanma Çağını başlatarak biri birlerine kaynaştırmışlardır.
İşte böyle bir ortamda Mevlana da Konya’da aydınlatma görevi yapmaktaydı. Mevlana babası ölüp dergahın başına geçtikten sonra hocası Seyyid Burhaneddin Kayseri’ye gitmiş ve yerine genç Mevlana’ya yoldaşlık edecek, içindeki boşluğu dolduracak bir dervişin Konya’ya gönderilmesi için Bağdat’ta zaviyesinin başında bulunan eski dostu Baba Zaman’a bir mektup yazmıştır. Baba Zaman bunun üzerine zaviyesindeki dervişleri toplayarak onlara şöyle seslenir. “ Sizleri buraya neden topladığımı merak ediyorsunuzdur? Tahmin edeceğiniz üzere gelen ulakla ilgilidir. Mektubun kimden geldiğini sormayın. Uzak olmayan bir şehirde bir allame-i cihan yaşar. Kelamda ustadır, takva ve ibadette kamil, ilim ve marifette mahirdir. Binlercesi sever ve sayar
onu. Sözlerine rağbet eden çok, hayranları gani ganidir ama ilahi aşkta yok olmadığından benlik zannından tam olarak kurtulamamıştır. Sizi ve beni kat kat
aşan sebeplerden ötürü zaviyemizden birisinin gidip kendisine can yoldaşı olmasında fayda vardır. Bu zorlu bir manevi yolculuktur. Aranızdan bir gönüllü çıkar umuduyla topladım sizleri. Birinizi bu işe tayin edebilirdim ama vazife olarak yapılabilecek bir iş değildir bu. Ancak aşk için ve aşk ile yapılabilir.”
Bunu duyunca dokuz derviş heyecanla ve sabırsızlıkla el kaldırır. Ancak Baba Zaman devam eder.” Karar vermeden önce bilmeniz gereken bir husus var. Bu seyahat engebeler, badireler, zahmetler ve tehlikelerle doludur. Hatta geri dönüş güvencesi bile yoktur”. Bunun üzerine biri hariç tüm eller aşağıya iner. Eli havada kalan kişi Tebrizli Şems’ten başkası değildir. Bir rivayete göre de Şemseddin Tebrizi daha önce Şam’da karşılaştığı ve rüyasında gördüğü Mevlana’ya mürid olmak için Konya’ya gelmiştir.
Şair, mutasavvıf ve islam alimi Şems-i Tebrizi 1185 yılında İran’ın Doğu Azerbaycan Bölgesindeki Tebriz kentinde doğmuştur. Asıl adı Muhammet Şemseddin’dir. Ancak doğduğu yere izafeten Şems-i Tebrizi, çok gezip dolaştığı için Şems-i Perende ve olgun bir insan olduğundan da Kamil-i Tebrizi olarak anılmaktadır. Azeri Türklerinden olduğu için şiirlerini Mevlana’nın aksine hep Türkçe olarak yazmıştır. Arapça ve Farsça da bilen Şems ayrıca bu iki dilin edebiyatına da vakıftı. Şems simya, astronomi, mantık, felsefe ve din eğitimi de almıştı. Şems’in aklı, gönlü, gözü mistik bilgiye öylesine açtı ki öğrendikçe öğrenesi geliyordu. İlk mürşidi Tebriz’de sepetçilikle uğraşan Ebu Bekr-i Zenbilbaf’ dır. Belli bir mürşide ya da zaviyeye bağlı olmayan, kendine özgü görüşleri ile ilahi aşkı bulmak için sürekli gezen Şems, Tebriz’den Semerkant’a oradan da Bağdat’a gelerek Baba Zaman zaviyesine mürit değil misafir olmuş ve yukarıda bahsedilen Seyit Burhaneddin’in Baba Zamana yazdığı mektup sonucu da Mevlana ile buluşmak üzere 1244 yılında Konya’ya gelerek Şekerciler Hanına yerleşmiştir. Baba Zaman Seyyid Burhaneddin’e yazdığı mektupta Şems’i şöyle anlatmaktadır. “ Zaviyemde Şems-i Tebrizi adında kalender bir derviş vardı. Riyaziyattan ilahiyata, fıkıhtan kimyaya envai çeşit alanda bildiğim en zeki ve bilgili insandı. Ancak ilahi aşktan başka putlaştırdığımız her şeyi yıkmak istediğinden bazen okuma yazması yokmuş gibi davranır, kafaları karıştırırdı. Şems bu dünyadaki son vazifesinin bir münevveri kendi içindeki güneşle tanıştırıp onu aydınlatmak olduğuna inanırdı. Ne bir mürşit ne bir müritti aradığı. Allah’tan tek isteği bir can yoldaşı,ruhdaştı. Bana bu aleme sıradan insanlar için değil, tek bir insan için geldiğini söyledi”
MEVLANA ŞEMS BULUŞMASI – MARECÜ’L BAHREYN
Selçuklu Devletinin Başkenti Konya 1244 yılının Kasım ayının 30. gününü yaşıyordu. Mevsim kış olmasına rağmen Konya o gün pırıl pırıldı. İkindiye doğru Mevlana Celaleddin, Altun Aba Medresesi’nde dersini vermiş Alaeddin Tepesinin kuzeyinde yer alan Gevhertaş Medresesi’ndeki evine dönüyordu. İki mollanın çektiği bir katıra binmiş, başı önünde, tevazu ve hiçlik duygusundan iki büklüm, ağır aheste Şekerciler Hanının önünden geçiyordu. Hanın tam önünde birden bire iki çıplak kol bindiği katırın dizginlerine yapıştı. Mevlana katırın aniden silkinerek durması üzerine daldığı tefekkür aleminden sıyrılarak başını kaldırdı. Esmer, yanık yüzlü, hiç tanımadığı bir adam yolunu kesmiş, katırın dizginlerine sarılmış, ateşli, keskin bakışları ile Mevlana’yı süzüyordu. Mevlana irkildi. Bu saçı sakalı birbirine karışık, yaşı altmışın üzerindeki ihtiyar dervişin birer kıvılcım gibi şimşeklenen bakışları altında ezilmişti. Ömründe böyle büyüleyici, keskin ve kararlı bakışlar altında hiç
kalmamıştı. Yaşlı adamı ilk defa görüyordu. O anda bir kıvılcım çakarak ikisini de ateşlemiş gibiydi. Kısa fakat korkunç sessizliği adamın tunç gibi tane tane sözleri dağıttı. Adam ciddi yüksek bir tonla soruyordu.
– Sen Belh’li Sultan’ül- Ulema oğlu Mevlana Celaleddin’sin değil mi?
– Evet.
– Bir müşkülüm var. Söyle bana; Hazreti Muhammed mi büyük, yoksa Beyazıt-ı Bestami mi? Ne dersin?
Beyazıt-ı Bestami, tasavvuf yolunda “ Ben Allah’ım” diyecek kadar coşkun ve cezbeli bir islam mutasavvıfı idi. Mevlana böyle cadde ortasında etrafına toplanan halkın şaşkın bakışları arasında ansızın sorulan bu sualle tekrar irkildi. Sualin taşıdığı derin manayı hemen kavramış, adamın hiç de yabana atılacak bir kişi olmadığını anlamıştı. Cevap verdi.
– Bu nasıl sual? Elbette Hazreti Muhammed büyük
Adamın bakışları tatlılaştı, dudaklarında bir tebessüm halesi dolaştı ve tekrar sordu.
– İyi ama, Hazreti Muhammed “ Yarabbi, seni tebcil ederim. Biz seni layık olduğun veçhile bilemedik” buyurur. Halbuki Beyazıt-ı Bestami, “ Ben kendimi tebcil ederim. Benim sanım çok yücedir. Zira vücudumun her zerresinde Allah’tan başkası yok” demiştir. Buna ne buyrulur?
Mevlana sualin bu mecraya döküleceğini önceden anlamıştı. Hemen cevap verdi.
– Çünkü Hazreti Muhammed mana aleminde her an sayısız makamlar aşıyor, her makam ve mertebeye varışında evvelki bilgi ve anlayışından istiğfar ediyordu. Böylece Peygamber hiçbir makamda ve hükümde kalmadan ebediyen tenzih edilmesi gereken rabbi, onu bütün tecelli cilveleri içinde dahi tecrit ve tenzih edebilmesinin mukavemetine malik bulunuyordu. Beyazıt- ı Bestami ise ulaşabildiği ilk makamın sarhoşluğuna kapıldı ve kendisinden geçti. O makamda kaldı ve o sözü söyledi.
Adam cevabın azameti ve ağırlığı karşısında sendeledi ve Allah diye bir çığlık atarak yere düştü. Mevlana da heyecanlanmıştı. Katırından inerek dervişi kucakladı ve kaldırdı. O anda sanki iki umman bir birine karışıvermişti. Kuranı
Kerimin Rahman Suresinin 19. Ayetinde buyrulan Marecü’l Bahreyn yani iki denizin buluşması burada tecelli etmişti sanki. Bir birlerini ezelden tanıyan iki dost gibi kucaklaştılar. Mevlana dervişi buyur etti. Birlikte Mevlana’nın ev olarak da kullandığı medreseye doğru yürümeye başladılar. Bu durumu seyreden öğrenciler, toplanan halk şaşırıp kalmış, olup bitenlere bir mana verememişlerdi. Birlikte yürüyüp giden bu iki adamın arkasından baka kaldılar. Kimdi bu adam? Mevlana’nın hem de cadde ortasında yolunu kesen, sorduğu bir çift suale aldığı
cevap karşısında kendinden geçen derviş kılıklı bu esrarengiz ihtiyar kim olabilirdi? Bu zat Tebriz’li Muhammet Şemsettin’den başkası değildi. Kimi kaynaklar Mevlana’nın bu karşılaşmadan önce de eğitim için geldiği Şam’da Şems ile karşı karşıya geldiğini, vaazını dinleyen Şems’in “ Ey dünya sarrafı beni bul “ demesine karşın Mevlana’nın “ daha zamanı değil “ diyerek bu isteği reddettiğini ileri sürmektedirler. Konya’da buluştukları yıl Mevlana 38, Şems ise 60 yaşında idi.
Mevlana ve Şems bir birlerine kavuştuktan sonra Gevhertaş Medresesinde bir odaya girerler ve kimilerine göre 40 gün, bir rivayete göre de üç ay hiç çıkmadan orada kalırlar. Bu arada Mevlana vaazlarını, derslerini ve kitaplarını unutmuş kendisini tümüyle can dostu Şems’e adamıştır. Onunla ilgili bir de şiir yazar. “Güneşim, ayım geldi / Gözüm, kulağım geldi / O altın madenim geldi / Başımın sarhoşluğu geldi / Gözümün nuru geldi / Bir dileğim olmuşsa işte o dileğim geldi / Dün gece mumla aradığım dost bugün bir gül demeti gibi yoluma çıkageldi.”
Mevlana her ne kadar irşat işlerini bırakmıştı ama bir yandan bol bol kitap okuyor bir yandan da Şems ile buluşmalarında ayrı dünyalara yol alıyordu. Artık maddi alemden manevi alemlere dalıyor, kalıplaşmış dini bilgiler yerine ruhunun derinliklerinde yer alan yeni duygular ortaya çıkaran şiirler, deyişler söylüyordu.
Mevlana Şems’e büyük bir aşk ile gönülden bağlanmış ve onun büyüklüğünü kabul etmiş olsa da Şems o özgür yaşam tarzı, fikri yapısı ve hiçbir dervişin güdümüne girmeme anlayışı ile hala Mevlana’ya karşı mesafeli davranıyor ona bağlanmak istemiyordu. En büyük çekincesi de Mevlana’nın kendinden önceki mutasavvıfların yazdığı kitapları okuması ve o kitaplardan esinlenerek ortaya çıkardığı fikirleri halka yaymasıydı. Oysa Şems Mevlana’nın
artık iyice kemale erdiğini, belli bir ruh doygunluğuna ulaştığını, bu nedenle de kitaplarla değil kendi özgün görüşleri ile konuşması gerektiğini belirtiyor ve kendisini okumaması için uyarıyordu. Hatta babası Sultan Veled’in Maarif adlı kitabını bile okumasını istemiyordu. Bir gün yine Mevlana’yı kitaplara gömülmüş halde görünce kendisini denemek üzere bir işe kalkıştı ve ona “ Ne zamana kadar başkalarının kitaplarını okuyacaksın Muhammed Celaleddin “ diye çıkıştı. Ve “ Nereye kadar başkalarının sözlerinde arayacaksın kendi sırrını? Baban gibi ulemaların da olsa, sözü kuyumcu gibi dokuyan şairlerin de olsa, ruhun buzdan ince tabakası üzerine kelamdan binalar kuran alimlerin de olsa bırak eski sözler eskide kalsın. Sen kendi sırrını kendi sözlerinin içinde bulabilirsin ancak” diye ekledi. Mevlana’nın “ Fakat” diye kısa cevap vermesinin ardından “ Fakatla olmaz Celaleddin, duraksamayla, beklemekle, ayak sürümeyle olmaz. Beklenecek vakit değildir. Gece aralanmış, gün ışımış, yol görünmüştür. Ya şimdi geçilecek ya da hiçbir zaman” dedi ve tüm kitapları odada bulunan havuza attı.
ÜÇ DİLEK
Geri kalanını Şems’in ağzından dinleyelim. “Kalk” diye buyurdum. “Yekin hele, miskinlik sırası değil şimdi. Üç dileğim var senden. Madem ki konuğunum senin, yerine getirmelisin dileklerimi” Silkinip kalktı hemen oturduğu minderden. Avludaki oğlu Alaeddin gibi baş eğdi, el bağladı. Sevinçle ışıldayan iki kandil alevine benzeyen gözlerini yüzüme dikti. “ Konuğum
değilsin sen” dedi titreyen bir sesle. “ Bu ev, bu medrese senin. Eğer bir konuk
varsa senin cennetinde işte o benim. Buyur dünya sarrafı, senin buyruğun benim zevkimdir.” Onun kalktığı mindere oturdum. Kekliği avlamak için tuzağını kuran bir avcı kurnazlığıyla sakalımı sıvazlayarak, “ Bilirsin günler oldu Konya’ya geleli. Her er kişinin ihtiyaçları vardır. Hülasa bana bir kadın gerek Muhammet Celaleddin. Öyle sıradan değil güzel bir kadın. Bana böyle bir kadın bulabilir misin? “ Bir an gölgelenmedi yüzü, bir an duraksamadı, bir an düşünmedi. Sadece aynı cümleyi tekrarlamakla yetindi. “ Senin buyruğun benim zevkimdir.” Başka bir kelime söylemeden çıktı gitti hücreden. Sevinçle bakakaldım ardından. Ama acele karar verme demişti ilk şeyhim Ebu Bekir-i Tebrizi Sellebaf. “ Mürit seçerken de, mürşit seçerken de bekle. Çünkü güneşin vakti ayrıdır, ayın vakti ayrı, dünyanın vakti ayrı. Karar vakti gelene kadar bekle.” Sevincimi kuşkunun derin kabrine gömdüm ve bekledim. Çok sürmedi,
Celaleddin’in eliyle açıldı hücrenin kemerli ahşap kapısı. Öteki eli başka bir eli tutuyordu, içeri girince gördüm. Yanında Konya’nın en güzel kadını eşi Kira Hatun duruyordu. Sadakat buydu işte, inanmak buydu, teslimiyet buydu, kendinden geçmek buydu. Celaleddin’in boynuna sarılmak için zor tuttum kendimi. Ama güneşin vakti ayrıydı, ayın vakti ayrı, dünyanın vakti ayrı. Kuşkunun karanlığı yüreğimden silininceye kadar beklemeliydim. Kaşlarımı yıktım. “ Kira Hatun benim can kız kardeşimdir, bu olmaz” dedim. Saygıyla karısının önünde eğildim. “ Sen çıkabilirsin Kira Hatun” dedim. Celaleddin’e döndüm yeniden. “ İkinci isteğime gelelim. Bana hizmet edecek güzel bir erkek çocuk getir. Öyle ki beni üzmesin, bir dediğimi iki ettirmesin. Dileğimi anlasın, hemen yerine getirsin.” Yine gölgelenmedi yüzü, bir an duraksamadı, bir an
düşünmedi. Aynı cümleyi tekrarlamakla yetindi sadece. “ Senin buyruğun benim zevkimdir.” Ardından yekinip çıktı hücreden. Artık kuşku duymak için bir neden yok diye seslense de yüreğim, aklım engel oldu onun isteğine. Daha açılan kapı kapanmadan Celaleddin yeniden girdi içeriye. Yanında güzelliği ancak Yusuf Peygamber ile kıyaslanabilecek büyük oğlu Sultan Veled ile. Daha ben ağzımı açmadan, “ Umarım bu çocuk senin hizmetine ve ayakkabılarını çevirmeye değer bir kul olur “ Çığlıklar atıp avaz avaz Celaleddin’in elini öpmek için zor tuttum kendimi. Çünkü güneşin vakti ayrıydı, ayın vakti ayrı, dünyanın vakti ayrı. Kuşkunun gölgesi kalkıncaya kadar umudumun üzerinden
beklemeliydim. Suratımı astım, “ Sultan Veled benim oğlumdur, benim hizmetimi göremez, gönder delikanlıyı gitsin “ dedim. Ne olup bittiğini
anlayamayan Sultan Veled şaşkın bakakaldı yüzüme. Celaleddin başıyla çıkmasını işaret edince de arkasını dönmeden geri geri yürüyerek çıktı hücreden. Ben de kaçırmadan gözlerimi üçüncü dileğimi söyledim Celaleddin’e. “Susadım. Konya’nın suyu kesmiyor susuzluğumu. Hararetim sonsuz, şarap istiyorum, onsuz yapamam ben. Yahudi Mahallesine git, bana şarap getir.”. Yeter artık demedi Celalettin. Ben bu şehrin en tanınmış ulemasıyım, ne demek Yahudi mahallesinden şarap almak demedi. Sanki ben onun süt isteyen yavrusuymuşum o da müşfik bir anneymiş gibi sevgiyle gülümsedi. “ Hemen getiriyorum şeyhim, senin buyruğun benim zevkimdir “ dedi. Az kalsın kendimi
tutamayacak, “ Dur Allah’ın gizli dostu, dur iki alemin sarrafı, asıl sen benim şeyhim, asıl sen benim pirimsin “ diye haykıracaktım ama nefsine yenilen iblise de yenilirdi. Kendimi tuttum ve bekledim. Bu kez bekleyişim uzun sürdü biraz. Gün devrildi, ufukta karanlık belirdi. Yoksa Celaleddin utanmış mıydı? Bir an Celaleddin’in inanç içindeki ışıklı yüzü göründü. Elinde şarap dolu bir testi tutuyordu. “ Geciktim, kusura bakma. Şarabın en iyisini, en lezzetlisini bulmaya çalıştım. Şeyhimin diline, dudaklarına, dişine dokunmaya layık olanını” Artık tutamadım kendimi. Güneşin vakti tamamdı, ayın vakti tamam, dünyanın vakti tamam. Asıl şeyh sensin diyerek ayaklarına kapandım. Asıl tanrı dostu sensin, ne olur beni müritliğe kabul et. Hemen o da yere kapandı. Ellerimi tuttu ve öptü. Yanaklarımdan yaşlar yuvarlanıyordu. Yanaklarımdaki yaşları öptü ve sonra ayağa kaldırdı beni.
Şeyh inanan değil inandırandır.
Şeyh anlatan değil gösterendir.
Şeyh öğreten değil perdeyi kaldırandır.
Sen bana bendeki beni gösterdin.
Sen benim gözümün önündeki perdeyi kaldırdın.
Şeyh sensin, pir sensin, hakiki dost sensin, hakikat sen.
Mevlana’nın Şems ile tanıştıktan sonra Medreseden çıkmaması, camiye gitmemesi, ders ve vaaz gibi irşat işlerini bırakması, tüm benliğini Şems’e adaması müritlerini hem üzüyor hem de kızdırıyordu. Sadece müritleri değil yakın çevresi, özellikle de oğullarından Alaeddin bu duruma çok içerliyor, Şems’i bir büyücü olarak niteleyip babasını hak yolundan ayırmakla suçluyordu. Bu durum karşısında Mevlana’ya zarar verdiğini, onun halk nazarındaki itibarını zedelediğini düşünen Şems verdiği ani bir kararla ve hiç kimseye haber bile vermeden 1246 yılında Şam’a gider. Dostunun ortadan kaybolmasına çok üzülen Mevlana yemeden içmeden kesilir, derslerini, vaazlarını ve ibadetlerini bir tarafa bırakıp hücresinde inzivaya çekilir. Babalarının günden güne erimesini gören oğulları Sultan Veled ve Alaeddin de bu ayrılığa neden oldukları için kendilerini suçlarlar. Aynı şekilde Şam’da Mevlana’dan ayrı ve tek başına yaşamakta olan
Şems de ayrılık ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. O da manevi Dünya ile olan tüm ilişkilerini kopartmış ve ayrılık acısını unutmak için yeni tanıştığı dostlarıyla sohbet ederek, oyunlar oynayarak vakit geçirmektedir. Günlerden bir gün Mevlana’ya mektup yazarak duyduğu bu derin acıyı dile getirir. Mektubu okuyunca çok sevinen Mevlana dostunu Konya’ya geri getirmesi için oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderir. Sultan Veled Şam’da Şems’i bulur ve 1247 yılında Konya’ya getirir. Merec-ül Bahreyn yani iki denizin buluşması ikinci kez gerçekleşmektedir. Her ikisini de çok memnun eden bu buluşmadan sonra Mevlana ve Şems tekrar eski muhabbetlerine kaldıkları yerden devam ederler.
HAKTAN ALINAN HALKA – SEMA
Mevlana ve Şems bir gün yine tefekkür ederken Şems Mevlana’ya “Yaptığımız işler, verdiğimiz vaazlar, dersler kuru kuruya olunca insanların ilgisini fazla çekmiyor, olaya mistik bir hava, bir hareket, bir müzik katmalıyız “ der ve ayağa kalkarak sağ elini göğe, sol elini de yere çevirerek dönmeye başlar. Mevlana bu davranışın nedenini sorunca da “ Bu olaya sema denir. Bir yandan ilahi aşkın etrafında pervaneler gibi dönerken, bir yandan da sağ elimizle haktan aldığımızı sol elimizle halka dağıtıyoruz” diye açıklamada bulunur. Bir başka seferde “gökten ne aldıysak toprağa, haktan ne aldıysak halka verdik. Her birimiz aşıkla maşuk arasında ağ olduk” diye buyurur. Sema insanı Vecd’e götüren, inançlara göre Vecd hali de insanı tanrıya yakınlaştıran vuslatın tek yoludur. Sema aslında Mevlana’nın ya da Şems’in bir buluşu değildir. Sema tüm dinlerin, özellikle de yeryüzü ve tohum kavramına bağlı dinlerin sahip olduğu bir gelenektir.
Aradan aylar geçer ve bir gün Mevlana ile Şems başta Sultanın, üst düzey yöneticilerin, müritlerin, talebelerin ve halkın katılacağı bir sema ayini düzenlemeye karar verirler ve bu düşüncelerini yakın çevreleri ile de paylaşırlar. En başta Mevlana’ya karısı karşı çıkar ve ona, “ Mevlana, sen zenne değil, müzisyen değil, saygın bir alimsin. İnsanlar senin hakkında ne düşünür? Hiç mi itibarını gözetmiyorsun? Kendini düşünmüyorsan aileni düşün.” der. Bunun üzerine Mevlana “ Sen merak etme Kira, Şems ile bu meseleyi uzun süredir düşünüyoruz. Dönen dervişlerin raksını icra edeceğiz. Adı semadır. İlahi aşkı arzulayan herkes davetlimizdir.” diye söylenir.
Ayin günü gelip çatmış, meydanda büyük bir kalabalık toplanmıştır. Bunlar arasında başta Sultan Keyhüsrev, danışmanları, üst düzey yöneticiler olmak üzere her meslekten, dinden, mezhepten, etnik yapıdan insanlar bulunmaktaydı. Herkes meraklı gözlerle yapılacak gösteriyi bekliyorlardı. Birden kulaklara insanı kendinden geçiren, can veren Neyin iç çekici nağmeleri doldu. Sonra ansızın Mevlana ortaya çıktı. Dikkatli adımlarla yaklaştı, ellerini önünde kavuşturup usulca eğildi, Sultanı ve meydanda toplanan halkı selamladı. Onun peşi sıra hepsi de Mevlana’nın eski müridi olan altı derviş sikkeler, tennureler ve destegüller kuşanmış olarak meydana geldiler. Ellerini göğüslerinde kavuşturup destur almak için Mevlana’nın önünde eğildiler. Üç kere meydanı devrettiler. Yeniden yükselen müzikle birlikte dervişler tek tek dönmeye başladılar. Önce ağır ağırdı dönüşleri. Döndükçe hızlandılar,
hızlandıkça Nilüfer Çiçeği gibi açıldı etekleri. Dervişler aralarında dört selam edip döndü. Devran sanki sonsuza dek sürdü. Sonra musiki kuvvetlendi, bir perde arkasında çalınan rebabın sesi kudüme, kudümün sesi neye karıştı. İşte tam o esnada taşkın bir su gibi akarak Şems-i Tebrizi ortaya çıktı. Diğerlerinden daha koyu renk bir tennure giymişti. Boyu her zamankinden uzun, bedeni daha bir ince görünüyordu. Kollarını sağ el yukarı, sol el aşağı bakacak şekilde açmıştı. Şems görünmeyen bir girdaba yakalanmış gibi delice dönerken Mevlana bir çınar gibi dimdik ayakta duruyor, dudakları daimi bir duada kıpırdanıyordu. Muazzam bir ahenk vardı aralarında. O vaziyette uzun süre döndüler. En nihayetinde musiki yavaşladı, dervişler bir bir dönmeye son verip içlerine
kapandılar. Zarif hareketlerle ellerini çaprazlama kavuşturup meydandaki herkesi selamladılar. Suskunluğu Mevlana bozdu ve halka “ Dostlar bu seyrettiğiniz ayinin adı semadır. Bugünden itibaren her asırda dervişler semaya duracak. bir elleri göğe işaret ederken, öteki elleri yere dönecek ki Haktan aldığımız her aşk zerresini halka taksim edelim” dedi.
Mevlana şems ile karşılaşmadan önce önemli bir mutasavvıftı. Namaz kılar, oruç tutar, camide vaaz, medresede ders verirdi. Ama şems ile karşılaştıktan sonra bunları bıraktı. Şiir okumaya, aşktan bahsetmeye, şehir halkının duymaya alışık olmadığı türden konuları dile getirmeye başladı. Bütün
bunlar yetmezmiş gibi, bir de Şems’i her fırsatta ve her yerde övmeye, herkesin içinde göklere çıkarmaya kalkışıyordu. Bu durum halkın Şems’i kıskanmasına ve kendisine karşı cephe almasına yol açtı. Hatta cephe alanlar arasında babasını kıskanan Alaeddin’in de olduğu rivayet edilir. Bu olumsuz gelişmeler karşısında Şems’in etrafındakilere “ bu kez öyle kaybolacağım ki izimi kimse bulamayacak” dediği söylenir. Bir rivayete göre Şems 1247 de Konya’dan ayrıldıktan sonra şimdiki İran Azerbaycanı’nın Hoy şehrine gitmiş ve orada vefat etmiştir. Hatta Konya dışında Hoy’da da Şems’in olduğu iddia edilen ikinci bir türbe bile bulunmaktadır. Bir başka rivayete göre de Şems Mevlana ile odada otururken Alaeddin tarafından dışarı çağrılır. Dışarıda bekleyen Alaeddin’in adamları bıçak darbeleri ile Şems’i öldürüp kör bir kuyuya atarlar. Suikast sonrasında Alaeddin’in Şems’in cesedini kuyudan çıkararak Mevlana Türbesi yakınındaki bir mezara gömdürdüğü söylenir. Bir başka iddiayaya göre de, Şems’in ilk yaralandığı sırada attığı naradan dolayı kendilerinden geçen yedi kişilik suikastçı grup kendine geldiğinde olay yerinde birkaç damla kandan başka bir şey göremezler. Sonuç da Şems’in ölümü bir muamma olarak kalmıştır. Hatta Şems’in ölmediğine inanan Mevlana birkaç kez Şam’a gidip onu aramıştır. Şems’in kaybolması üzerine Mevlan şu dizeler yazar.
“Beden bakımından ondan ayrıyım ama ikimiz de bedensiz ve cansız birer ruhuz/ Ey arayan bizi/ İster onu gör, ister beni/ Çünkü, ben oyum, O’da ben”
Şems sonrası dönemde Mevlana oğlu Sultan Veled’den Selahattin-i Zerkubi’ye tabi olmalarını isteyerek kendisinin artık şeyhlik makamında bulunmak düşüncesini taşımadığını söyler. Konya halkından olup kuyumculukla uğraşan Selahaddin ilk önce Seyit Burhanettin’in müridi olmuş, sonraları Mevlana ile dostluk kurarak Şems ile aralarında geçen sohbetlerde yer almıştır.
Şems’in ortadan kaybolmasının ardından Mevlana bu kez Selahaddin ile bir araya gelmeye başlar. Mevlana’nın ilmi bakımdan her hangi bir birikimi olmayan Selahaddin ile sık sık bir araya gelmesi ve yakın dostluğu kimi müritlerinin dikkatini ve öfkesini çeker. Bu arada Mevlana oğlu Veled’i Selahattin’in kızı ile evlendirerek arabalık bağlarını pekiştirir. Mevlana’nın Selahaddin’e olan sevgi ve bağlılığı o derecedir ki Divan-ı Kebir’de Şems’ten sonra en çok onun adı geçer. Selahaddin sakin, imanlı ve ibadetlerinde samimi bir kişidir. Şems’ten sonra Mevlana’nın ruhunda kopan fırtınaların dinmesine ve kalbinin yangından kurtulup huzur iklimine ermesinde Selahaddin’in payı büyüktür.
On yıl kadar süren bu dostluk ve yakınlığın ardından Mevlana’nın halifesi Selahattin-i Zerkubi uzun süren bir hastalığın ardından vefat eder. Bundan sonra Mevlana kendisine genç bir dost bulur. Bu dost mesnevinin kaleme alınmasında büyük payı bulunan Hüsameddin Çelebidir. İran Azerbaycanı’ndaki Urumiye’den Konya’ya göçen bir Türk ailenin çocuğu olan Çelebi Konya’da doğmuştur. Kendisine ahilik teşkilatına bağlılığından dolayı İbn-i Ahi Türk yani Ahi Türk Oğlu adı da verilmiştir. Mevlana Hüsameddin Çelebi’yi Selahaddin’den sonra kendisine halife olarak tayin eder. Hüsameddin Çelebi’nin hilafet dönemi on beş yıl kadar sürmüş, bu sürede Mevlana ve çevresi huzurlu bir dönem geçirmiştir.
Sonunda Mevlana için gerçek yurda dönüş zamanı gelmiştir. Bir gün Mevlana’nın hastalığı duyulur ve Konya halkı onu ziyarete koşar. Uygulanan tedavilerden sonuç alınmaz. Artık sevgiliye kavuşma zamanı gelmiştir. Mevlana’nın kendi deyişi ile Şeb-i arus yani düğün gecesi ya da vuslat gelir çatar ve 17 aralık 1273’de arkasında binlerce mürit ve asırlar boyu devam edecek bir öğreti bırakarak ilahi aşkına kavuşur. Mevlana ölmeden önce insanlığa dindarlığı öğütleyen geleneksel bir vaaz formatında vasiyetname hazırlamıştır. Bu vasiyetnamede Mevlana yemeyi, uyumayı ve konuşmayı ölçülü olarak yapmayı, fiziksel arzulara sırtını dönmeyi, erdemli olanın yanında olup akılsızdan uzak durmayı ve insanlığın yararına çalışmayı öğütler. Bu vasiyetname sonradan bir kitap haline dönüştürülmüştür. Mevla’nanın naaşı babası Sultan Veled’in de bulunduğu türbeye kaldırılır. Halk arasındaki bir rivayete göre Mevlana’nın sandukası gelince Sultan Veled’in sandukası saygıdan ötürü ayağa kalkmıştır. Oysa işin aslı öyle değildir. Mevlana sağken her geldiğinde saygı gereği ayağa kalkan babasına vefasını göstermek amacıyla öldüğünde sandukasının dik tutulmasını emretmiştir.
Mevlana’nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled babasının öğretileri doğrultusunda Mevlevilik tarikatını kurmuş ve kısa zamanda geniş bir coğrafi alana yayılan Mevlevilik başta Türkiye olmak üzere Balkanlar, Suriye, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan gibi ülkelere yayılarak bugüne kadar varlığını sürdürmüştür. Mevlana’nın 25.673 beyitinin yer aldığı Mesnevi, 2073 gazel ve 1791 rubaisinin yer aldığı Divan-ı Kebir, “ ne varsa onun içinde var” anlamına gelen Fih- i Mafih, yedi öğüdünü içeren Mecalis-i Seb’a ve mektuplarının derlendiği Mektubat adlı eserleri bulunmaktadır.
USTALIK ESERİ – MESNEVİ
Mevlana’nın Kuran-ı Kerim’den aldığı ilhamla şiir tarzında yazdığı Mesnevi Konya’daki 1278 tarihli en eski nüshasına göre 25.673 beyitten oluşmuştur. Klasik Doğu edebiyatının en güzel, en edebi ve tasavvufi
eserlerinden birisi olarak kabul edilen Mesnevi, Defter adı verilen altı büyük ciltten oluşur. Mesnevi’nin temel kaynağı Kuran-ı Kerimdir. Mesnevi’de Kuran ayetlerine 2200 atıf yapılmış ve 6000 satır ise Kuran’dan olduğu gibi alınmıştır. Zaten Mevlana, “ Ben sağ olduğum sürece Kuran’ın bendesiyim, Hazreti Muhammed’in bendesiyim” diyerek yüce Kitap’a ve yüce Peygamber’e olan bağlılığını ortaya koymuştur. Yazımına tam olarak hangi tarihte başlandığı bilinmemekle beraber İkinci Deftere başlanacağı sırada Hüsameddin Çelebi’nin eşinin ölümü üzerine bir süre ara verildiği ve Mesnevi’nin yazımına Mayıs 1264’ten itibaren tekrar başlandığı anlaşılmaktadır.
Mesnevi Mevlana’nın adını doğuda ve batıda duyurduğu bir eserdir. Mevlana Mesnevi’yi yazarken, müritlerini aydınlatmayı ve onlara doğru yolu göstermeyi amaçlamıştır. Oysa onun asıl muhteşem eseri Şems’e adanmış olan Divanıdır. Mevlana dörtlüklerden oluşan Divanında ruhunun en derin çoşku ve titreşimlerini ifade eder. Divanın bir bölümü en ince ve kavranılması güç tasavvuf fikirlerini içerir. Fakat daha büyük bir bölümünde, tanrısal ve platonik bir anlayışla yüce güzelliğe ulaşan aşka dair şiirler mevcuttur. Aşk manevi yaşamın ve ilahi yüceliğe varmanın nihai bir amacıdır.
Mesnevi’deki ifadelerden ve kimi kaynak bilgilerinden anlaşıldığı üzere bu muhteşem eser, Mevlana tarafından günün her hangi bir saatinde, sema esnasında, sohbet sırasında, yemek yerken, çarşıda, bağda, bahçede gezerken hatta hamamdayken irticalen söylenmiş ve Hüsamettin Çelebi tarafından yazıya dökülmüştür. Buna göre Mesnevi’nin söylenip yazdırılması Mevlana’nın hayatının son 10-15 yılına denk gelmektedir. Bir rivayete göre Şems-i Tebrizi ve Kuyumcu Selahattin’in ölümünden sonra Mevlana’nın en yakın dostu ve halefi olan Hüsameddin Çelebi, divanındaki şiirlerin bir hayli çoğaldığını söyleyerek Mevlana’dan bir kitap yazmasını ister. Mevlana hemen o anda sarığından Mesnevi’nin ilk on beyitinin yer aldığı bir kağıt çıkararak Hüsameddin Çelebi’ye uzatır. Böylece o tarihten itibaren Mesnevi’nin yazımına başlanmış olur. Kağıtta yer alan ilk on beyit şunlardır.
Dinle, bu ney nasıl şikayet ederken ayrılıkları anlatıyor.
Diyor ki, beni kamışlıktan kestiler, keseli feryadımdan erkek kadın ağlayıp inledi.
Özlem derdini anlatabilmem için ayrılıktan dilim dilim olmuş bir yürek isterim.
Kendi aslından uzak olan herkes, yine kavuşma zamanını arar.
Ben her toplulukta inleyip sızladım, bedbahtlara da eş oldum, bahtiyarlara da.
Herkes kendi zannınca yar oldu bana, ama kimse içimdeki sırları aramadı.
Benim sırrım iniltimden uzak değil, ama gözde ve kulakta o ışıltı yok.
Beden candan, can bedenden gizli değil, ama canı görmeye kimsenin izni yok.
Ateştir be neyin sesi, yel değil. Kimde bu ateş yoksa yok olsun o.
Aşkın ateşidir neye düşen, aşkın coşkusudur şaraba düşen.
Mesnevi Anadolu’da 15.yüzyıldan itibaren açıklanmaya ve yorumlanmaya başlamıştır. Mesnevi kendisine gelinceye kadar bir yazın türü olarak bilinirken, Mevlana ile birlikte özel bir isime de dönüşmüştür. Mevlana Mesnevi’ nin Önsözüne şu cümlelerle başlar. “ Bu Mesnevi kitabıdır. O, gerçeğe ulaşma ve kesin bilgi sırlarını açmada dinin asıllarının asıllarının asıllarıdır. O, Allah’ın en büyük fıkhı, Allah’ın en aydınlık yolu, Allah’ın en açık delilidir. Işığının örneği, içinde kandil bulunan bir kandilliğe benzer. Sabahın aydınlığından daha parlak bir parlayışla ışıldar. O, pınarları ve dalları bulunan gönül cennetleridir. Gerçekten de o gönüllere şifa, hüzünlere ciladır “
Mesnevi her ne kadar Mevlana’yı doğuda ve Batıda tanıtan bir eser olmuşsa da onun asıl şahaseri Divan-ı Kebir’idir. Mevlana bu eserinde özellikle Şems’e olan aşkını betimleyen deyişlere ve rubailere yer vermiştir. Kitabımızın geri kalan bölümünde Divan-ı Kebir’den alıntılara yer verilmiştir.