Anımsadığım ilk şey bir saksının içinde olduğum ve etrafımda benim gibi saksıya dikilmiş çok sayıda fide bulunduğuydu. Kendi boyumu göremiyordum ama etrafımdakilerin boyu neredeyse bir kurşun kalem kadardı.  Sanki uçsuz bucaksız bir yeşilliğin içindeydim. Yukarıdan bir boru geçiyor ve arada sırada bir damlacık su bırakıyordu üstüme. Gündüz keyfim yerindeydi ama gece olduğunda etraf kararıyor, hava soğuyordu. Arada sırada esen hafif bir rüzgar bile küçücük dallarımı titretiyor, üşüyordum. Bir gün çizmeli, tulumlu adamlar geldiler ve bizi el arabalarına koyup yakındaki büyük bir tarlaya götürdüler. Saksılarımızı parçalayıp bizi önceden hazırlanmış çukurlara diktiler sonra da üzerimize bir miktar su döktüler. Önümde ne kadar süreceği belli olmayan bir yaşamın bulunduğunu hissediyordum. Etrafımda geldiğimiz yerdeki arkadaşlarımı göremeyince içimi tarifsiz bir hüzün kapladı. Bu sefer altımdan geçen borudan sızan damlalar toprağı ıslatıyor, bedenimi saran bir serinlik içimi ferahlatıyordu. Güneşiyle, rüzgarıyla, yağmuruyla bir süre daha geçti yaşamımdan. Gün ışımış, sabah çiği beyaz bir örtü gibi üstümüzü sarmalamıştı. Hepimiz yeni bir güne başlamanın sevinci ile doluyduk. Birden bir hareket oldu, insanlar ellerinde aletleri ile geldiler, bizi yerimizden söküp naylon torbalara koydular. Kökümüzden koparılmak hem acı hem de hüzün veriyordu. Sonra hepimizi bir kamyona doldurdular. Bizim için uzun ve sonu belli olmayan bir yolculuk başlamıştı. Kamyon öğleüstü bir karayolunun emniyet şeridinde durdu ve içinden inen adamlar bizleri yolun kenarındaki şarampole üst üste yığmaya başladılar. Sonra bizi önceden kazılmış çukurlara koyarak toprakla kapattılar. Böylece bilemediğimiz bir diyarda yeniden toprağa tutunmuştuk. Etrafıma bakınca çevremdekilerin hiçbiri tanıdık gelmiyordu. Güneş batıp etraf akşamın pembe rengine büründüğünde bulunduğumuz alanda dikim işleri çoktan bitmişti bile. Akşamüzeri bir karayolunun kenarında kimsesiz ve yalnız başına kalakalmıştık. Dikilme telaşı ile fark etmemiştim ama önümüzden otomobiller, otobüsler, kamyonlar büyük bir gürültü ile gelip geçiyordu. Dumandan zor nefes alabiliyorduk. Akşamları da araçların ışıkları ortalığa hiç alışmadığımız değişik bir hava veriyordu. Arada sırada kocaman bir tanker ile adamlar geliyor ve hortumla bizi suluyorlardı. Bir an için buraya neden geldik diye düşündüm. Oysa eski yerimizde bunların hiçbiri yoktu. Orada ne kadar da mutluyduk.

Bir gün değişik bir şey oldu ve üstüme eş olduklarını sandığım iki kumru kuşu kondu. Dikkatli bir şekilde dallarımı inceliyorlardı. Bir süre sonra uçup gittiler. Aradan iki üç geçmişti ki gagalarındaki çöplerle çıkageldiler. Belli ki yuva yapacaklardı. Önce çöpleri yuva yapacakları dala koyuyorlar sonra da ağızlarında getirdikleri çamurla karıştırıp sabitliyorlardı. Yuva gittikçe büyüyor ve şekil alıyordu. Sadece hava karadıktan sonra çalışmalarına ara veriyorlardı. Sonunda yuva tamamlandı. Bir süre gelen giden olmadı.  Bir sabah gün ışıdığında anne kumrunun yuvada oturduğunu gördüm. Bir an için kalktığında altında dört adet beyaz yumurtanın olduğunu fark ettim. Anne sürekli yumurtaların üzerinde oturuyor, arada bir kalkarak kanatlarıyla onları çeviriyordu. Bir süre sonra baba kumru

geliyor, nöbeti devralıyor ve anne kumrunun yaptıklarını aynen tekrarlıyordu. Belli ki görevi devreden kumru beslenmek için uçuyor ama yuva çevresinden kesinlikle ayrılmıyordu. Böylece günler geçti. Bir sabah yumurtaların kırıldığını ve dört adet yavru kumrunun şaşkın bakışlarla etrafı gözetlediğini gördüm. Anne yuvada yoktu. Belli ki yavrularına yem bulmaya gitmişti. Normal havalarda yavrular açıkta duruyorlar, geceleri ve serin havalarda anne ya da baba kumru yavrularını kanatları altına alıyorlardı. Artık yavruların beslenme işleri de başlamıştı. Anne ve baba kumru kısa aralıklarla ağızlarında solucan, böcek gibi yiyecekleri getirip hiç şaşmayan bir sırayla yavrularını besliyorlardı. Yavrular anne ya da babalarının geldiğini görünce cikcik diye ötüp ağızlarını sonuna kadar havaya açıyorlardı. Yavrular önce tüylü idiler. Sonra tüyleri dökülüp gerçek renkleri ortaya çıkmaya başladı. Rahatlıkla ayakta durabiliyorlar, yuvada tek başlarına kalabiliyorlardı. Ancak anne ya da baba yakın ağaçlara konarak onları sürekli gözetliyordu. Yavrular büyüdükleri için yem getirmeler de sıklaşmıştı. Artık anne babalarının eşliğinde kanat çırpma hareketlerine de başlamışlardı. Belli ki anne ve baba yavrularına uçma eğitimi veriyorlardı. Bir gün anne baba yuvaya hiç gelmedi. Yavrular boş durmuyor, kanat çırpma alıştırmalarına aralıksız devam ediyorlardı. O günü yalnız başlarına geçirdiler. Ertesi gün sabah hava aydınlandığında yavrular artık yuvada yoktu. Demek ki anne babaları yavruların yem aramak için uçmalarını sağlamak amacıyla yuvaya uğramamışlardı. Onlar da anne, babalarından ümitlerini kesmiş ve aç kalmamak için uçup gitmişlerdi. Bir daha ne kumrular, ne de yavruları yuvaya döndüler. Artık onlar için yeni bir yaşam başlamıştı. Tıpkı fidanlıktan karayoluna gelmemiz gibi bir ayrılık yaşamışlardı. Kim bilir artık ne anne baba yavrularını ne de yavrular anne babalarını tanıyacaklardı.