Vakit gece yarısına yakındı. Devasa buharlı lokomotifin çektiği posta treni kara panter misali karanlıkları yara yara demir rayların üzerinde yol alıyordu. Lokomotifin çıkardığı siyah duman açık pencerelerden içeri girerek kompartımanları siyah bir tül gibi sarmalıyordu. Koridorda elinde çantası ile ayakta duran orta yaşlı adam bir an önce gideceği yere varmak istercesine pencereden uçsuz bucaksız karanlığa bakıyordu. Bir anda tren yavaşladı, kara dumanı azaldı, tekerlerin raylara sürtünmesinden çıkan fren sesi lokomotifin sesini bastırdı ve bir ara istasyonda durdu. Genelde trene fazla inen binen olmuyordu. Buna rağmen gece yarısı da olsa istasyon personelinin çocukları ellerinde birer testi “ Hadi buz gibi su. Otuz iki dişe keman çaldırıyor ” diye bağırarak sağa sola koşuşturuyorlar, o saatte trende herkes uykuda olduğu için bazen bir bardak su bile satamadan kös kös evlerinin yolunu tutuyorlardı. Kimi çocuklar da yolculardan gazete istiyordu. Arada bir istasyon şefinin hafifçe tombul eşi lokomotiften sıcak su almak için vakit gece yarısı demeden trenin yolunu beklerdi. Tren durunca koridordaki elinde tahta bavul bulunan orta boylu, kır saçlı, 55-60 yaşlarında, kirli sakallı, sarı benizli, avurtları çökmüş adam hızlı adımlarla merdivenden inip o sırada görevli olan hareket memurunu başıyla selamladıktan sonra istasyonun alt katındaki bekleme salonuna girdi. İstasyon etrafı tepeciklerle çevrili düz bir alanda inşa edilmiş iki katlı taş bir bina idi. Alt katta bekleme salonu ile çalışma odaları, üst katta da personel lojmanları yer alıyordu. Binanın etrafında iki üç aydınlatma direği ve bir iki ağaç dışında hiçbir şey yoktu. Üç kilometre ötede ise otuz haneli bir köy bulunuyordu.

Bir süre sonra tren hareket etti. Başında şapka elinde kırmızı ve yeşil ışık yakan alet bulunan özel üniformalı hareket memuru odasına gideceği yerde bekleme salonuna girdi ve tahta bir kanepede sessizce oturan adama bu saatte köye gidemeyeceğini, eğer isterse kendisini gün ışıyana kadar misafir edebileceğini söyledi. Adamın hareket memurunun davetini kabul etmekten başka çaresi yoktu. Hareket memurunun küçük odasını soluk bir ışık aydınlatıyordu. Odada iki masa ve iki koltuk bulunuyor, masaların birinin üzerinde ise bir telgraf aleti yer alıyordu. Üzerinde çaydanlık bulunan ortadaki sobanın ışığı aydınlatma lambasının ışığını bastırıyordu. Hareket memuru sobanın yanına bir sandalye çekip adamı oturttu, cebinden çıkardığı birinci sigarasını ikram edip maşa ile sobadan aldığı küçük bir yanmış odun parçası ile yaktı. Adam daha bir nefes çekmişti ki kesik kesik öksürmeye başladı. Hareket memuru da bir sigara yakıp sobanın üzerindeki çaydanlıktan iki bardak demli çay koyduktan sonra adamın karşısına oturdu. “Hayrola hemşerim. Yolculuk nereden böyle?” “İstanbul’dan” “Hayırdır, buraya pek kimse uğramaz da. Sen neden geldin?” “Ben bu köydenim” ”İstanbul’da ne iş yapardın?” ”Hapisteydim” ”Hayırdır, neden hapis yattın?” “Kan davasından. Babamın katilini vurdum” “Kaç sene ceza yedin?”  “Yirmi üç sene” “Yıllar sonra geldiğin köyünde kanlının seni vurmasından korkmuyor musun?” “Niye korkayım beyim. Kanser hastasıyım. Doktor iki ay ömrümün kaldığını söyledi. Ha ecelimle ölmüşüm ha da kanlımın kurşunuyla, ne fark eder”

Sohbet sabaha kadar sürüp gitti. Gün ışımış, hava aydınlanmıştı. Makasçının horozu boğazını yırtarcasına ötmeye başladı. Adam yavaşça yerinden kalktı, bavulunu eline aldı, hareket memuruna veda edip dışarı çıktı. Yüzüne çarpan soğuk rüzgara aldırmadan yavaş adımlarla köyün yolunu tuttu. Köy camiinden okunan sabah ezanının sesi hafif de olsa kulağına çalındı. Adam bir süre durdu, ezan sesini dinledi, aklından babası ve hapishane yılları bir film şeridi gibi geçiyordu.