Türkiye Cumhuriyeti, 1980 yılından önce Dünya’daki birçok ülkeye yüz milyonlarca dolarlık canlı hayvan ve karkas et, yün, yapağı gibi hayvansal ürünler ihraç eden bir devlet konumunda idi. Aynı şekilde ülkemiz o yıllarda beslenme konusunda Dünya’da kendi kendine yeten yedi ülke arasında sayılıyordu. Bu arada Türk halkı başta et olmak üzere hayvansal ürünleri gelirlerine uygun bir biçimde ucuza temin ediyor ve bol bol tüketiyordu. Yalnız o dönemde koyun eti ağırlıklı bir beslenme söz konusu idi ve sığır eti kombine verim yönlü hayvanlardan elde ediliyordu.
Ne var ki, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra bu uygun ortam bozulmaya başladı. Bu yıldan itibaren uygulanan küresel ekonomik politikalar ve serbest piyasa ekonomisi sistemi dış güçlerin Türkiye’yi hayvancılık bakımından dışa bağımlı kılma projesini başlattı. Başta Dünya Bankası ve IMF olmak üzere uluslararası kuruluşlar ve onların yerli işbirlikçileri daha önce Somali örneğinde olduğu gibi Türkiye’yi hayvancılık bakımından dışa bağımlı kılmak için ellerinden gelen her türlü çabayı gösterdiler. Günümüzde Türkiye anılan kuruluşların arzu ettikleri noktaya ulaştı ve canlı hayvan ithalatı bakımından Dünya’da Amerika Birleşik Devletlerinden sonra ikinci, karkas et ithalatı bakımından da Avrupa’da birinci duruma geldi. Türkiye’de kırmızı et ithalatının yoğunlaşması ilgili bakanın halka ucuz et yedireceği vaadi ile başladı. Daha sonra ise etin enflasyonu arttırdığı varsayımı ithalatı daha da körükledi. Bunun üzerine Türkiye Sırbistan ve Bosna-Hersek gibi ülkelerden kırmızı sığır eti ithal edip bunları zincir marketlerde güya ucuza sattırmaya başladı. Sonuçta ne et fiyatları ucuzladı ne de enflasyon düştü. Olan yine gariban küçük ve orta ölçekli Türk hayvan yetiştiricisine oldu ve haksız rekabete dayanamayan yetiştiriciler özenle bakıp büyüttükleri sağmal ineklerini bile kestirmek zorunda kaldılar. Döviz fiyatlarının yükselmesi üzerine besilik dana ve kasaplık sığır ile kırmızı et ithalatı duraksayınca üretim düşmüş ve altı ay önce 150-200 bin ton olan kırmızı et açığı günümüzde 400 bin tona kadar çıkmıştır. Sözün kısası, 2010-2018 arasında yani sekiz yıllık süreçte Türkiye’nin canlı hayvan ve kırmızı et ithalatı karşılığında yabancı ülkelere vermiş olduğu en az 6.0 milyar dolar heba olup gittiği gibi hayvancılık da bitme noktasına gelmiştir. Yani Devlet vatandaşından topladığı vergilerle yine hayvan yetiştiricisi vatandaşlarını mahvetmiş, yabancı ülke vatandaşlarını abat etmiştir. Ulusal Kırmızı Et Konseyinin “ Kırmızı Et Sektörü 2018 Yılı Değerlendirme Raporu “ nda belirtildiği üzere sadece 2018 yılının ilk dokuz ayında Türkiye 897.000 baş besilik, 119.500 baş kesimlik sığır ve 45.500 ton karkas ve kemiksiz kırmızı et ithal ederek karşılığında çeşitli ülkelere 6.366.063.500 Türk Lirası yani 1.347.128.266 Amerikan Doları ödemiştir. İşin kötüsü, ithalatın doğurduğu kötümser ortama ve rekabet eşitsizliğine bir de son aylarda dövizdeki dalgalanmanın neden olduğu maliyet artışlarının eklenmesiyle ortaya çıkan bunalım sonucu anaç ineklerin bile kesilmesi gelecekte özellikle besilik dana ithalatını daha da azdıracaktır. Öte yandan Türkiye Cumhuriyetinin imzalamış bulunduğu serbest ticaret anlaşmaları gereğince ihracat yapacağı ülkelerden canlı hayvan ve hayvansal ürünler ithalatı yapması da bir bakıma zorunlu olduğundan dolayı gün geçtikçe ithalatın azalmayacağı tam tersine artacağı var sayılmaktadır. Şu anda dövizdeki artış ithalatı görece olarak durdurmuş gibi görünse de yarın döviz normale döndüğünde ithalatın tekrar başlamaması için bir neden yoktur. Sonuç olarak, resmi otoritenin söylemlerinin aksine Türkiye’nin uluslararası kuruluşlar tarafından sokulduğu canlı hayvan ve kırmızı et ithalatı sarmalından kurtulması bir hayli zordur.
Türkiye’nin son on yılda içine düşürüldüğü canlı hayvan ve kırmızı et ithalatı sarmalından kurtulması konusunda sektör paydaşları tarafından çok çeşitli önerilerde bulunulmaktadır. Ancak Türkiye’de ithalat sorununun çözümünde veteriner hekimliği hizmetlerinin rolü ve önemi konusu üzerinde şimdiye kadar hiç durulmamıştır. Veteriner hekimleri bir yandan çeşitli hastalıklarla mücadele ederek hayvan sayılarının artmasını sağlarken bir yandan da yaptıkları suni tohumlama ile hayvanların ıslahına ve dolayısıyla hayvansal üretimin artmasına katkıda bulunmaktadırlar. Bir örnek vermek gerekirse ineklerde yaygın olarak bulunan brusella hastalığı döl tutmayı engellemekte ve yavru atmaya neden olmaktadır. Bu hastalık sonucu sürünün buzağı verimi düşmektedir. Veteriner hekimleri danaları aşılamak suretiyle ileride brusellaya yakalanmalarını önlemektedirler. Gerçi Devlet ihbarı mecburi ve tazminatlı bir hastalık olan brusellaya yakalanan inekleri zorunlu kesime tabi tutmadığı ve tazminat vermekten kaçındığı için hastalık yaygın olarak görülmekte ise de veteriner hekimleri bu konuda üstlerine düşen görevleri yapmaktadırlar. Öte yandan elimizde kesin rakamlar bulunmamakla birlikte her yıl yüz binlerce buzağı ishal ve öksürük gibi çözümü kolay olan hastalıklardan ölmektedirler. Veteriner hekimleri buzağı ölümlerinin önlenmesi konusunda çaba göstermekte ama ne yazık ki yine de oranlar bir türlü aşağıya çekilememektedir. Özetlemem gerekirse, ineklerde kısırlığa ve yavru atmaya neden olan hastalıklardan ya buzağılar hiç oluşmamakta ya da oluştuktan sonra fötüs halindeyken atılmaktadır. Ayrıca önlenmesi mümkün olan hastalıklar yüzünden çok sayıda buzağı erken çağda ölmektedir. Eğer kamuda çalışan veteriner hekimleri masa başında, bilgisayar karşısında oturmaktan kurtulup sahaya inerlerse kısırlığa ve yavru atmaya ya da buzağı ölümlerine neden olan hastalıklarla daha etkin mücadele ederler, bu suretle daha çok buzağı doğar, doğanlardan daha azı ölür, böylece de ithalata neden kalmadığı gibi halkımız da bol ve ucuz kırmızı et tüketebilir.