Gruplarımızda yer alan kimi konularla ilgili görüşlerimi sizlere topluca sunmak istiyorum.Geçenlerde Hayvancılık Grubunda yer alan ve sahibinin hayvan yetiştiricisi olduğunu sandığım bir yazıda Türkiye’de başlangıçtan beri süregelen hayvan ıslahı ve sun’i tohumlama çalışmalarının gereksizliğinden, kültür ırkı hayvan yetiştirmektense yerli ırk hayvanlarımızı kullanmanın daha doğru olacağından, tüm bu etkinliklerin ise dış güçlerce organize edilip Ülkemize dayatıldığından bahsediliyordu. Kuşkusuz ideolojik bir bakış açısını da içeren bu görüşlere zooteknist meslektaşlarımızdan bir yanıt gelir mi diye de uzun süre bekledim. Beklediğim yanıt gelmeyince ve yazıda sun’i tohumlama konusunun da geçmesinden cesaret alarak konu üzerindeki karşıt görüşlerimi sizlere açıklamak istedim. Türkiye’de hayvan ıslahı çalışmaları her ne kadar 1930 lardan sonra Yurt dışından getirilen erkek damızlıklarla yerli dişi hayvanlarımızın çevirme melezlemesi ile başlamışsa da, dar bir bölgede sınırlı ölçüde sürdürülen bu faaliyetler asıl 1948-1949 yıllarında sun’i tohumlamanın halk hayvanlarında kullanılmaya başlaması ile yaygınlık kazanmıştır. Yıllar itibariyle gerek sayısal gerekse niteliksel olarak genişleyen bu çalışmalar, 1975 den sonra donmuş spermanın da devreye girmesiyle hem yaygınlaşmış hem de etkinleşmiştir. Yaklaşık 35 yıl aralıksız sürdürülen bu faaliyetler 1985 den sonra boyut değiştirmiş, işin içerisine değerli yazı sahibinin de belirttiği gibi dış güçlerin dayatması sonucu dişi damızlık ve donmuş boğa sperması ithalatı da girmiştir. Dişi damızlık ithalatı belli bir dönem haricinde azalarak da olsa günümüze kadar devam etmiş, ama donmuş boğa sperması ithalatı yıllar itibariyle sayısal olarak sürekli artış göstermiştir. Bugün geriye dönüp baktığımızda dişi damızlık ithalatının değil ama kaliteli boğa spermasının hem ithalatının hem de Yurt içinde üretilmesinin Türkiye Hayvancılığına önemli katkılarının olduğu söylenebilir. Tüm bu çalışmalar sonucunda örneğin Türkiye’deki kültür ırkı sığır oranı %35 in, inek başına ortalama süt verimi de 3000 litrenin üzerine çıkmıştır. Kuşkusuz bu rakamları yeterli bulmak mümkün değildir. Ancak hayvancılığın yıllardır bu kadar kötü yönetildiği bir Ülkede de bu rakamlar yok sayılamaz. Şimdi tüm bu açıklamalardan sonra “pekiyi de ne yapılmalı?” sorusuna yanıt arayalım. Sadece yerli hayvanlarla hayvansal üretim yapmak bilim açısından kabul edilecek bir durum değildir. Olsa olsa Türkiye’de yıllardır yetiştirilen ama son dönemde sayıları bir hayli azalan Yerli Kara, Boz Irk, Güney Anadolu Kırmızısı, Zavot gibi sığır ırkları ile; Sakız, Ak Karaman, Mor Karaman gibi koyun ırkları kendi aralarında yapılacak çiftleştirmeler ve sıkı bir seleksiyon ile çoğaltılıp yerli gen havuzları şeklinde sürüler elde edilebilir. Böyle bir projenin Gıda.Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından yürütüldüğünü biliyorum. Bence yapılacak asıl iş Ülkemiz koşullarına tümüyle uymuş olan bu yerli ırklarımıza üstün verimli genotipler katılarak verimlerinin artırılmasıdır. Bu konuda benzer bir çalışma yıllar önce İsrail tarafından gerçekleştirilmiştir. İsrail Güney Anadolu Kırmızısı sığır ırkımızı ve İvesi koyun ırkımızı yabancı genotiplerle melezleyerek Dünya’nın en çok süt veren İsrail Holstein’ını ve Awassi Koyununu elde etmiştir. Böyle bir örnek önümüzde olduğu için bizim deyim yerindeyse Amerikayı yeniden keşfetmemize gerek yoktur. Yetiştiricimizin yazdığı bu yazıdan sonra benzer bir gelişme İzmir’de yaşandı. Ege Üniversitesince düzenlenen ” Başka Bir Hayvancılık Sistemi Mümkün Mü?” konulu Çalıştayda hayvanların kesif yemle beslenmemesi, sadece merada otlatılması görüşü ortaya atıldı. Bir bakıma doğal hayvancılık olarak tanımlanabilecek bu yöntem ise ” Toplum Destekli Tarım-Community Supported Agriculture” olarak adlandırıldı. Yapılan açıklamada kesif yemlerle beslenen ineklerin sütlerinde yararlı olan Omega-3 yağ asidinin azaldığı, buna karşın zararlı olan Omega-6 yağ asidinin arttığı; bunun da kalp, kanser, alzheimer gibi hastalıkların ana nedeni olduğu vurgulandı. Bu görüş hiç kuşkusuz bilimsel açıdan bir anlam taşıyabilir ama Ülkemiz koşulları dikkate alındığında pratik açıdan bir değeri yoktur. Yakından bildiğim Amerika’nın Wisconsin ve Almanya’nın Bavyera Hayvancılık Havzalarında süt sığırcılığında meranın daha çok kullanıldığını, kesif yemin ve yem katkı maddelerinin ise kışın yaklaşık 2-3 ay süreli ahır beslemesinde kaliteli kuru ot ve silaja destek olarak verildiğini gördüm . Ancak o havzalarda her yetiştiricinin kendi özel merası vardı ve kaliteli kaba yemi kendi olanaklarıyla elde ediyorlardı. Türkiye’de böyle bir durum söz konusu olmadığı için süt sığırcılığının meraya dayalı olarak yapılması hemen hemen imkansızdır. Belki, Doğu Anadolu Bölgemizin yüksek kesimlerindeki mera ve otlaklarda sığır ve koyun besiciliği yapılabilir. Ancak oralarda da kış uzun sürdüğü için ahır ya da ağıl beslemesinin daha ağırlıklı olacağı da bir gerçektir.

Geçenlerde yine Gruplarımıza gelen bir iletide Damızlık Sığır Yetiştiricileri Birliği’nin 7 yıl süren bir çalışma sonucunda 12 ton süt, 300 kilo et veren Holştayn’dan üstün bir sığır ırkı geliştirdiğini, bu ırkın donmuş spermalarının dozunun ise 2000 liradan satıldığı belirtiliyordu. İlk okuduğumda şaka zannettiğim bu iddiaya zootekni uzmanı meslektaşlarımızdan yine bir yanıt gelmedi. Her şeyden önce Damızlık Yetiştiricileri Birliği’nin Dünya çapındaki bu çalışmasını nasıl ve kimlerle yaptığını açıklaması gerekir. Eğer Birlik elimizdeki sürünün verimini bu düzeylere çıkardık deseydi söylenecek hiç bir söz yoktu. Çünkü böyle sürüler zaten olağan dışı bir şey değil. Ancak bu verimleri veren bir ırk geliştirdik deyince işin yönü değişir. Ayrıca bu günkü kurla dozu 1100 dolar eden donmuş spermaları hangi boğalardan, hangi laboratuvarda elde ettiklerini ve şimdiye kadar kaç yetiştiriciye sattıklarını da açıklamaları gerekir. Yoksa ben yaptım oldu mantığı ile bu işler yürümez.
İzninizle biraz da mesleki konularımıza değinmek istiyorum. Geçenlerde yine mesleğimizle ilgili bir Grupta Sayın Adnan Serpen İtalya’daki Veteriner ve Gıda Kontrol Servislerinin yapısını ve çalışma konularını içeren bir yayın paylaştı. Yazıyı baştan sona dikkatle okudum ve hayretler içinde kaldım. Anılan iletiyi okumayan meslektaşlarımızın Veteriner Hekim Grubumuzun arşivinden bulup okumalarını halisane tavsiye ederim.Yazıda dikkatimi çeken en önemli nokta uzun yıllardır Avrupa Birliği üyesi olan İtalya’daki mevcut Veteriner ve Gıda Kontrolü Servisleri ile Avrupa Birliğine uyum diye yutturulan Ülkemizdeki yapı arasında en ufak bir benzerliğin bile bulunmaması. İtalya’daki yapı tam da çoğumuzun Türkiye’de olmasını arzu ettiğimiz, Dünya Veteriner Hekimleri Birliğinin de vizyon olarak kabul ettiği Hayvan Sağlığı, Halk Sağlığı ve Hayvan Refahı üçlemesi üzerine kurulmuş ve tümüyle “Tek Sağlık” konseptine uygun bir yapı. İşin ilginç yanı yazıda bir tek tarım sözcüğüne rastlayamamış olmam. Bizde ise Avrupa Birliğine uyum yutturmacasıyla çıkarılan son yasalar bırakın Veteriner Halk Sağlığı düzlemindeki bir mesleki gelişmeyi, yıllardır mesleğimizi boyunduruk altına alan ve gelişmesini engelleyen Tarım konseptine daha da çok bağlanmamızı sağlıyor. Acaba bu yasaları hazırlayan Bakanlık bürokratı meslektaşlarımız bir Avrupa Birliği Üyesi olan İtalya’daki örgütsel yapıyı incelemediler mi diye de bir soru takılmıyor değil insanın aklına.
Yakın bir zamanda, Ulusal Süt Konseyinin çiğ süt taban fiyatlarını altı aylık bir süre içinde 80 kuruş olarak belirlemesi üzerine kimi yetiştirici çevrelerinden yakınmalar gelmeye başladı. Zaten perşembenin geleceği çarşambadan belliydi ve çiğ süt kartellerinin üretimin artması ile birlikte çiğ süt fiyatlarını düşüreceklerini ben dahil herkes söyledi. Enflasyonun artma eğilimine girdiği, doların dizginlenemez olduğu, yeni girdiğimiz yılın ekonomik anlamda ne getireceğinin bilinmediği bir süreçte girdi fiyatlarının aşırı ölçüde artmasının 80 kuruşluk bu fiyatı ne kadar süreyle güncel tutacağını tahmin etmek için ekonomist olmaya gerek yoktur. O nedenle, daha önceki bir yazımda da vurguladığım gibi yetiştiricilerimizin mücadelelerini dönemsel fiyat dalgalanmalarına göre değil, çiğ süt üretiminin sorunlarını maliyet-fiyat düzleminde ele alacak bir biçimde yapmaları daha doğru olur. Bunun için de, yetiştiricilerin Ülke genelinde tek bir ulusal ,demokratik örgüt çatısı altında toplanmaları ve üretimden gelen güçlerini yasal sınırlar içerisinde kullanmalarının sorunların çözümünde büyük bir etken olduğunu söyleyebilirim.
Saygılarımla,