Milletvekilliği Genel Seçimlerine neredeyse günler kaldı. Bu
seçimler sadece Ülkemiz için değil hayvancılığımız ve mesleğimiz için
de büyük önem taşıyor. Bu arada kimi meslektaşlarımız gruplara
gönderdikleri iletilerde adaylıklarını açıkladılar. Önümüzdeki
seçimlerde milletvekili aday adayı olan değerli meslektaşlarımız
Serdar Aktop, Gökhan Şimşek, Mustafa Ceylan ve Ali Er’i bu özverili
davranışlarından ve cesaretlerinden dolayı yürekten kutlar, ileriki
siyasal yaşamlarında üstün başarılar dilerim. Gruplara yazdığım çok
sayıda yazıda Türkiye’de hayvancılığın ve veteriner hekimliğinin
sorunlarının tek çözüm yerinin T.B.M.M olduğunu, veteriner hekimlerin
milletvekilliği konusunda Dünya’da ve Türkiye’de en şanslı meslek
mensupları arasında yer aldığını, koşulları uygun olan
meslektaşlarımızın düşünsel olarak yakınlık duydukları siyasal
partilerin önce yerel örgütlerine girerek çalışmaları, ardından da
yerel ve genel seçimlerde aday olarak Belediyelere ve T.B.M.M’ne
girmeleri dileğimi defalarca yinelemiştim. Ne yazık ki, o dönemde bu
yazılarıma gelen yanıtlarda beni mesleğe politika karıştırmakla
suçlayanlar olduğu gibi “Parlamentoda biri Bakan dört temsilcimiz var
da ne oldu sanki?” diye serzenişte bulunanlar da olmuştu. Son Yerel
Yönetim Seçimlerinde bu algının değişmiş olduğunu , çok sayıda
meslektaşımızın İl Genel Meclislerinde ve Belediye Meclislerinde görev
aldığını görmek beni gerçekten de çok sevindirmişti. Önümüzdeki
seçimler için daha şimdiden aday adaylığını açıklayan
meslektaşlarımızın görece çokluğu da bende bu dileğimin gerçekleşeceği
umudunu bir hayli güçlendirmektedir. Bu genel girişin ardından,
yaklaşan Milletvekilliği Genel Seçimlerine katılacak partilerin Seçim
Bildirgelerine belki de ufak bir katkısı olur diye derlediğim naçizane
görüşlerimi grubumuz aracılığıyla açıklamak isterim.
Günümüzde Türkiye hayvancılığının iki önemli dalı olan et ve
süt sığırcılığında büyük sorunlar yaşanmaktadır. Yıllardır süregelen
yanlış hayvancılık politikaları Ülkemizde kırmızı et üretimini
azaltarak fiyatlarını yükseltmiş, girdilerin aşırı artması ve tekelci
sermayenin dayatmaları sonucu gerileyen çiğ süt fiyatları ise
üreticileri zarara uğratarak süt veren ineklerini bile kestirmek
zorunda bırakmıştır. Veteriner Hekimler olarak mesleğimizin kaderini
yakından ilgilendiren ve ne yazık ki “yumurta mı tavuktan, tavuk mu
yumurtadan” misali birbirini doğuran bu iki soruna asla duyarsız
kalmamalıyız ve yaklaşan seçimleri fırsat bilip siyasilere şahsen ya
da medya aracılığı ile çözüm önerilerimizi çekinmeden aktarmalıyız.
Türkiye’de kırmızı et sorununun ortaya çıkmasının asıl nedeni
baştan beri besicilikte materyal olarak kullanılacak bir etçi sığır
ırkının mevcut olmayışıdır. Böyle olunca da Ülkemizdeki besiciler
yıllar boyu et üretimi amacıyla hep melez süt sığırlarının erkek
danalarını kullanmak zorunda kalmışlardır. Ayrıca, önceleri
besiciliğin merkezi olan Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerindeki
elverişli çayır ve meraların terör, aşırı otlatma gibi nedenlerle
kullanılamaz hele gelmesi de kırmızı et üretiminin azalmasına yol açan
faktörler arasında sayılabilir. Türkiye’de 2008 yılında çiğ süt
fiyatlarının aşırı derecede düşmesi sonucu kar edemeyen üreticilerin
bir milyona yakın sağmal ineği kestirmek zorunda kalması doğallıkla
materyal olarak melez süt sığırlarının erkek danalarını kullanan
besicileri de zor durumda bırakmıştır. Böylesine önemli sayıdaki
materyal eksikliği sorununa ancak bir yıl dayanabilen besicilik
sektörü geçtiğimiz yıl büyük bir bunalıma girmiş ve bunun sonucunda
kırmızı et fiyatları olağan üstü artış göstermiştir. Kırmızı et
fiyatlarını dengelemek ve besicilerin materyal ihtiyacını karşılamak
amacıyla hükümetin başvurduğu ithalat uygulamaları kısa vadede
fiyatlarda görece bir düşüş sağlamışsa da bu önlemin orta ve uzun
vadede soruna kalıcı bir çözüm getirmeyeceği de anlaşılmaktadır.
Öyleyse ne yapmak gerekir? Türkiye’ye özgü bir etçi sığır ırkının
geçmişte yer alan kimi bilimsel çalışmalara karşın geliştirilememiş
olması nedeniyle besicilikte melez süt ineklerinin erkek danalarının
kullanılmasından başka bir seçenek bulunmamaktadır.Yoksa, “dökme suyla
değirmen döndürülmeyeceği” misali besi materyali olarak sürekli erkek
dana ya da tosun ithalatı yoluyla soruna kalıcı bir çözüm bulunamaz.
O halde besicikte yaşanan sorunun tek çözüm yolu olarak süt
sığırcılığının geliştirilmesi suretiyle besi materyali olarak
kullanılacak erkek dana ve tosun sayısının artırılması önerilebilir.
Süt sığırcılığının geliştirilmesinin bir yolu da onu eskiden olduğu
gibi karlı bir uğraş alanı haline getirebilmektir. Şu andaki mevcut
süt/yem fiyat dengesinin düşüklüğü çiğ süt üretiminde karlılığı
olanaksız hale getirmektedir. Günümüzde geçerli olan fiyatlar ile
üretici bir litre çiğ süt satıp bir kilogram karma yem bile satın
alamamaktadır. Oysa Dünya’da şu anda geçerli olan fiyat dengesi bir
litre süt karşılığı en az 1.5 kilogram yem alabilmektir. Yem
fiyatlarının süt fiyatlarına nazaran görece pahalı olduğu bir
gerçektir ama yemin bileşimini oluşturan yem ham maddelerinin üretimi
söz konusu olduğunda mevcut fiyatların aşağıya çekilmesi de mümkün
görünmemektedir. Çünkü, yem ham maddelerini üreten Türk çiftçisi
Dünyanın en pahalı mazotunu, elektriğini, gübresini ve zirai ilacını
kullanmaktadır. Bu nedenle, karma yem fiyatlarının düşmesi demek yem
ham maddesi üreten çiftçilerin zarar etmesi demektir. Öte yandan,
Türkiye’de yeterince üretilmediğinden ithal edilmek zorunda kalınan
kimi yem ham maddelerinin fiyatları da döviz kuru ve uluslar arası
dengelere bağlı olarak sürekli değişebilmektedir. O halde yem
fiyatlarına müdahale yeterli bir çözüm yolu değildir. Çiğ süt
fiyatlarına müdahale ise bugünkü koşullarda mümkün görünmemektedir.
Çünkü Devlet çiğ süt fiyatlarının serbest piyasa ekonomisi
koşullarında oluşmasını ön görmektedir. Ama, pratikte durumun hiç de
böyle olmadığı ve çiğ süt fiyatlarının piyasada serbest olarak değil
kutu sütü üreticisi bir kaç firmanın tekelci dayatmaları sonucu
oluştuğu herkesçe de bilinmektedir. Çiğ süt üreticilerine gelince, ne
yazık ki güçlü ve tek bir örgüt çatısı altında bir türlü
toplanamadıkları için fiyat tespiti bağlamında da hemen hiç etkileri
olamamaktadır. Kanımca burada en önemli görev Devlete düşmektedir.
Çünkü et, süt gibi ürünler Dünyada halkın mutlaka tüketmesi gereken
stratejik maddeler olarak sayılır ve devletçe desteklenir. Her ne
kadar Türkiye’de Devlet yıllardan beri hayvancılığı desteklemek de
için elinden gelen çabayı göstermekte ise de, bu desteğin hem nitelik
hem de nicelik açısından yeterli olduğu söylenemez. Özellikle, hayvan
başına yapılan desteğin amacına ulaşmadığı ve üretime katkıda
bulunmadığı bilinmektedir. Bu durumda Devletin yapacağı iş kanımca çiğ
süt üreticilerini ürün bazında daha çok destekleyerek bir litre süt
satıp en azından Dünya standardı olan bir buçuk kilogram karma yem
alacakları bir konuma getirmektir. Devlet halen çiğ süt üreticilerine
litre başına 6 kuruş prim desteği vermektedir. Bu prim miktarını
Devlet çiğ sütün satış fiyatını bir liraya çıkaracak yani bir litre
çiğ süt ile bir buçuk kilogram karma yem alacak düzeyde yani 35 kuruş
olarak belirlese en azından üreticilerin ayakta kalmasını
sağlayabilecektir. Şimdi herkesin aklına “Devlet bu kadar parayı
nereden bulacak?” sorusu gelebilir. Bu sorununun yanıtı aslında çok
kolaydır. Her ne kadar TUİK istatistikleri daha çok gösterse de
özellikle son iki yıldır kesilenleri de çıkardığımızda Türkiye’de
yaklaşık dört milyon baş sağmal ineğin bulunduğu bildirilmektedir. Bu
sağmal ineklerden yıllık elde edilen çiğ süt miktarı da yine TUİK
İstatistiklerinin aksine yaklaşık dokuz milyon ton civarındadır ve bu
miktarın yaklaşık %50 si yani dört buçuk milyon tonu kayıtlı yani
sanayi tarafından işlenen süttür. Devlet üretilen sütün tümüne 35
kuruş destek verse 3.145.000.000 TL, sadece kayıtlı süte 35 kuruş
destek verse 1.575.000.000 TL kaynak gerekir. Zaten Devlet şu anda
hayvancılığa 1.700.000.000 TL kaynak aktarmaktadır. Demek ki Devlet
sadece bu kaynağı kullanarak bile kayıtlı sütün tümüne destek
verebilir. Üretilen sütün tümüne destek vermesi için de
İlave 1.445.000.000 TL kaynağa ihtiyaç vardır. Aslında bu kaynakları
çok görmemek gerekir. Çünkü Tarım Yasası tarıma sağlanacak desteğin
Milli Gelirin %1 inden aşağı olamayacağı kesin hükmünü
içermektedir.Türkiye’nin 2010 Milli Gelirinin 850 milyar dolar olduğu
dikkate alınırsa tarıma ayrılması gereken asgari miktarın 8.5 milyar
dolar yani bugünkü kurla 13.6 milyar TL olması gerekir. Bu kadar büyük
bir meblağ içerisinden üretilen tüm çiğ süte karlılığı sağlayacak
ölçüde yani 35 kuruş destek verilmesi için yetecek 3-3.5 milyar TL lik
kaynak ayrılması hiç de akla aykırı görünmemektedir. Şimdi haklı
olarak hemen okuyucuların aklına ” Çok güzel de , Devlet bu sayede
kaynağın büyük bölümünü kutu sütü sanayicilerine aktarmayacak mı?
Çünkü onlar çiğ sütü üreticiden yine ucuza satın alıp pahalı
satacaklar ve büyük karlar elde edecekler” sorusu gelebilir. İşte
burada Ulusal Süt Konseyi’nin devreye girmesi gerekir. Şu andaki
yapısıyla Ulusal Süt Konseyi müdahaleci bir kuruluştan çok bir danışma
organı olarak görev yapmaktadır. Konsey, işlevleri yasa ile yeniden
belirlenerek Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Milk Board ‘lar
örneğinde olduğu gibi hem çiğ sütün hem de kutu sütünün fiyatını
düzenleyecek müdahaleci bir kurum haline dönüştürülebilir. Peki,
tüketiciler kutu sütünü yine de pahalıya mı satın alacaklardır? Bu
konuda da Tüketici Örgütleri devreye girebilir. Rekabet Kurulu bu
bağlamda baş vurulacak en önemli merciler arasındadır. Ayrıca, daha
geçenlerde gruplarımıza gelen yazılardan öğrendiğimize göre benzer
Konya’da bir mahkeme benzer bir konuda Süt Sanayicilerinin aleyhine
tüketicilerin lehine karar almış bulunmaktadır. Hele son Anayasa
değişiklikleri ile bireysel başvuru hakkının kolaylaştırılması da
tüketicilerin çıkarlarını koruma konusundaki cesaretlerini artıracak
olumlu bir gelişmedir.