Türkiye’de ilk İktisat Kongresi henüz Cumhuriyet kurulmadan önce İzmir’de toplandı. Bu kongrede alınan kararların en önemlisi öz kaynaklara dayalı sanayileşme ve kalkınma modelidir. O yıllarda Türkiye’nin önemli öz kaynaklarından birisi de hayvanlardı. Cumhuriyet yönetimi hiç vakit kaybetmeden düşük verimli yerli hayvan ırklarının ıslahına girişti. İlkin, öncelikle yeni kurulacak olan yünlü dokuma sanayinin ince yapağı ihtiyacını yurt içi kaynaklardan sağlamak amacıyla Almanya’dan et-yapağı merinosu koçlar ithal edildi. Bu koçlar ile Marmara Bölgesi’nin yerli ırkı olan Kıvırcık koyunları doğal aşım yoluyla melezlenerek et ve yapağı verimi yüksek Karacabey Merinosu adlı yerli bir koyun ırkı elde edildi. Karacabey Harasında üretilen yerli merinos koç ve koyunlar halka dağıtılarak kısa sürede bu ırkın bölgede yaygınlaşması sağlandı. Daha sonraları Orta Anadolu’da et-yapağı merinosu koçlarla yerli Akkaraman koyunları suni tohumlama tekniği ile melezlenerek Anadolu Merinosu adlı yeni bir yerli koyun ırkı daha elde edildi. Koyunculuk alanındaki bu çalışmalarla eş zamanlı olarak, Türkiye’nin et ve süt üretimini artırmak amacıyla düşük verimli yerli sığır ırklarının ıslahına da başlandı. Bu amaçla Avusturya’dan Montofon ırkı boğalar ithal edilerek Türkiye’nin yerli sığırı olan Boz Irk ineklerle suni tohumlama tekniği kullanılarak melezlendi. Bu melezleme sonucunda Karacabey Esmeri adında yerli bir sığır ırkı elde edildi. 1950 yılından itibaren Merinos-Akkaraman ve Montofon-Boz Irk melezlemelerine halk hayvanlarında ve suni tohumlama tekniği kullanılarak devam edildi. Öte yandan yurdun her köşesinde hara, inekhane, koç ve aygır deposu gibi kurumlar açılarak hayvan ıslahının yaygınlaşması sağlandı. Yaklaşık otuz yıl süren bu çalışmalar sonucunda Türkiye’de Karacabey ve Anadolu Merinosu koyunları ile Karacabey Esmeri sığırların sayısı önemli miktarda arttı. Günümüzde sayıları azalsa da hala halk elinde örnekleri bulunan bu ırkların en önemli özellikleri Türkiye’de yaygın olan düşük kaliteli meralara uygun ayak yapısına sahip olmaları, kombine (et-süt) verim yönleri ve hastalıklara karşı dayanıklılık göstermeleridir. Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan ırklar ithal ırklar değil Cumhuriyet döneminde elde edilen Anadolu ve Karacabey Merinosu ile Karacabey Esmeri gibi yerli ırklarıdır. Eğer bu ırkların üretimi günümüze kadar devam etmiş olsaydı yurt dışından koyun ve sığır ithalatına gerek kalmayacaktı.

80’li yıllara gelindiğinde Dünyada hayvansal üretim bakımından kendine yeterli az sayıda ülkeden biri olan Türkiye aynı zamanda yılda yaklaşık 500 milyon dolar tutarında canlı hayvan ve hayvansal ürün ihraç ediyordu. Türkiye’nin bu büyük potansiyeli ile gelecekte hayvansal üretim bakımından güçlü bir ülke olacağını erkenden fark eden emperyalist güçler 12 Eylül 1980 darbesini fırsat bilerek daha önce Somali’de uygulayıp başarılı oldukları planı devreye soktular. Aslında planın ilk aşamaları 1948 yılında Marshall Yardımı ile yürürlüğe konulmaya başlanmıştı. Türkiye’yi Orta Doğunun sözde buğday ambarı yapmayı hedefleyen emperyalist güçler hibe adı altında gönderdikleri traktörlerle meraların sürülüp tarla haline dönüşmesini ve böylece hayvanların önemli bir kaba yem kaynağı olan meralardan uzaklaşmasını sağladılar. 60’lı yıllarda ise verimlilik ömrü kısa, hastalıklara karşı dayanıksız ve ayak yapısı düşük kaliteli meralara elverişli olmayan Holstein sığır ırkını Türkiye’ye getirerek sığırcılığa büyük bir darbe vurdular. Bununla da yetinmeyip yem maddesi olarak soya fasulyesini dayatarak Türkiye’yi damızlık sığır ve hayvan yemi bakımından dışa bağımlı kılmanın ilk temellerini attılar. Asıl planlarını ise 12 Eylül Askeri Darbesinden sonra yürürlüğe koydular. Dünya Bankası, Uluslar Arası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü gibi emperyalist kuruluşların desteğiyle uyguladıkları neolibaral politikalar yoluyla hayvancılığı kökten yok etme girişimini başlattılar. İlk işleri halen yürürlükte olan 1937 tarihli Uluslar Arası Cenevre Sözleşmesine göre kurulan Veteriner İşleri Genel Müdürlüğünü ortadan kaldırmak oldu. Daha sonra Süt Endüstrisi Kurumu, Et ve Balık Kurumu gibi üreticileri destekleyen, ürünlerini ederine satın alan ve tüketici fiyatlarını dengeleyen kurumları yok ettiler. Uyguladıkları düşük faiz ve yüksek kur tabanlı ithalat politikaları ile hayvancılığı dışa bağımlı hale getirdiler. 2010 yılı Türkiye hayvancılığı bakımından çok önemli bir kırılma noktasıdır. Çünkü bu yıl, Türkiye’nin büyük ölçekli canlı hayvan ithalatı yaptığı bir dönemin başlangıcıdır. Sonraki yıllarda artarak devam eden canlı hayvan ithalatı pandemi ve dövizdeki anormal artış nedeniyle son iki yıldır bitme noktasına gelmiştir. Bu arada geçen yaklaşık on yıllık sürede dışarıya milyarlarca dolar döviz ödendiği gibi gelen hayvanların çoğu da ortama uyumsuzluk ve hastalıklara dayanıksızlık gibi nedenlerle arzu edilen verim elde edilmeden yok olup gitmişlerdir.

Bu genel değerlendirmelerden sonra emperyalist güçlerin asıl amaçlarını ve Türkiye hayvancılığını nereye sürüklemek istediklerini uyguladıkları kimi politikalardan örnekler vererek açıklamak istiyorum.

  • İlk hedefleri Türkiye hayvancılığının temelini oluşturan küçük-orta ölçekli aile işletmelerini bitirmek olmuştur. Bunun için de, büyük ölçekli hayvancılık işletmelerini düşük ya da sıfır faizli kredi, teşvik, devlet ve Avrupa Birliği destekli fonlar ile besleyerek mega işletmeler haline dönüştürmüşlerdir.  Çiğ inek sütü fiyatını devletin, fabrika yemi fiyatını da serbest piyasanın tayin ettiği çarpık bir düzen kurarak topraksız küçük-orta ölçekli hayvancılık işletmelerini mega işletmeler karşısında haksız bir rekabetin içine sokmuşlardır. Böylece artan maliyetlere dayanamayıp zarar eden üreticiler damızlık hayvanlarını bile kestirerek işletmelerini kapatmışlar, bir daha dönmemek üzere sektörü terk etmişlerdir.
  • Köyleri geri bıraktırıp şehirleri TV ve sosyal medya sayesinde cazip hale getirerek ve taşımalı eğitimle çocukların kendi köylerinde okumasını engelleyerek özellikle genç ailelerin kentlere göçünü ve hayvancılıktan uzaklaşmasını sağlamışlardır.
  • Çıkardıkları Bütünşehir yasası ile köyleri mahalle haline dönüştürmüşler, mahallede hayvancılık yapanlara ağır cezalar uygulamışlar, köy ortak malı olan meraları sanayi bölgesi, konut ve orman alanı yapımına izin vermek suretiyle talan ettirmişlerdir.
  • Fabrika yeminin bileşimine giren ithal soya ve mısır gibi ham maddelerin fiyatlarını bir yandan döviz oyunları ile artırıp bir yandan da bu ürünlerin Türkiye’de üretilmesini engelleyerek yem bakımından Türkiye’yi dışa bağımlı hale getirmişlerdir. Böylece hayvancılık gerilerken yem fabrikalarının sayısı ve ciroları artmıştır.
  • Kamu veteriner hekimlerini etkisiz hale getirdikleri için hayvan ve özellikle de buzağı ölümleri artmış, bu suretle azalan dişi damızlık, kasaplık ve besilik hayvan yerine dışarıdan ithal hayvanlar getirerek ülkeyi     hayvancılıkta dışa bağımlı hale getirmişlerdir.
  • Hayvancılığa son darbeyi ise yıllardır ülkeleri sömüren uluslararası vakıflar ve şirketler vurmaktadır. Rockfeller, Melinda&Bill Gates, Rothschilds gibi vakıflar ya da aile şirketleri hayvanların metan salgılayarak sera gazı üretimini artırdıkları savını ileri sürerek bir yandan hayvan sayısını azaltmaya diğer yandan da yapay et ve süt üretimine hız vererek ülkeleri gıda yönünden bağımlı kılmaya çalışmaktadırlar.

            Tüm bu yıkıcı plan ve projelere karşı hayvancılık sektöründe ulusal bir bakış açısıyla alınacak önlemleri şöylece sıralamak istiyorum.

  • Cumhuriyetin ilk yıllarındaki politikalara mutlaka geri dönülmelidir.
  • Türkiye koşullarına uygun olan yerli merinos koyunu ve yerli montofon sığırı ırklarının suni tohumlama tekniği kullanılarak çoğaltılmasına ve yaygınlaştırılmasına öncelik verilmelidir
  • Irk Birlikleri ve Ürün Bordları oluşturulmalıdır. Irk Birlikleri ıslah, Ürün Bordları ise hayvansal ürünlerin fiyatlarını saptama işini yapmalıdır.
  • Veteriner İşleri, Et ve Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu gibi genel müdürlükler çağdaş ölçütlere uygun olarak yeniden kurulmalıdır.
  • Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğüne bağlı işletmeler donmuş boğa sperması, damızlık düve, besilik dana, kaba yem üretimi ve dağıtımı konularında aktif görev üstlenmelidir.
  • Havza bazlı hayvancılık sistemine geçilmeli, hayvan sağlığı hizmetleri de bu sisteme uygun olarak organize edilmelidir.
  • Kamu veteriner hekimleri sahaya çıkmalı ve başta buzağı septisemi serumu olmak üzere zorunlu aşıları parasız olarak yapmalıdır.
  • Serbest veteriner hekimlerin ulaşamadığı bölgelerde kamu önderliğinde suni tohumlama projeleri hazırlanarak düşük verimli hayvanlar ıslah edilmelidir.
  • Süt, et ve damızlık yönünde uzmanlaşmış küçük-orta boy hayvancılık işletmeleri (KOHİ) organize hayvancılık bölgeleri (OHAB) bünyesinde ve demokratik halk kooperatifleri öncülüğünde üretim yapmalıdır.