Güzel bir bahar sabahı nüfus cüzdanıma göre 20 Mayıs, rahmetli babamın not defterine kaydettiğine göre de 21 Mayıs 1949’da Niğde’nin Bor ilçesinde o dönemde dedemlerin daha sonra da Şeküre teyzelerin oturduğu, Fuat Dayının oturduğu iki katli bahçeli evin yanında, içinden su arkının geçtiği taştan evde ailenin üçüncü çocuğu olarak doğmuşum. Anne babamın ilk çocukları olan Koray kızamıktan çok küçük yaşta ölmüş. Liseyi bitirinceye kadar doğum tarihim 21 Mayıs, soyadım Gökşen idi. Ancak Üniversiteye başlarken çıkardığım nüfus kağıdımda doğum tarihimin 20 Mayıs, soyadımın Gökçen olduğunu öğrendim. Doğum günümün farklı olması ikizler burcundan mı yoksa boğa burcundan mı olduğum konusunda bir karışıklık yaratıyorsa da evine ve ailesine düşkün, düzenli bir insan olmam boğa burcu özelliklerini daha çok taşıdığımı gösteriyor. Doğumumla ilgili bir anı olarak rahmetli anemin doğum sancıları başladığında o zaman genç bir delikanlı olan Erdal dayımın “ Haydin tayfalar Batum’a geldik “ diyerek koşup ebeye haber vermesini sayabilirim. Bir de bebekliğimin ilk döneminde iki yıl süreyle meme emdiğimi rahmetli annem söylerdi. Benim doğduğum yıl öncesinde ve sonrasında çok önemli olayların yaşandığı bir dönem olmuştur. Başka bir deyişle ben çok önemli olayların ortasında doğmuşum. Benim doğumumdan önceki on yılda Dünya İkinci Dünya savaşını ve sonrasındaki her alanda yer alan büyük değişiklikleri yaşamıştır.
İkinci Dünya Savaşı, 20. yüzyılda yapılan iki büyük savaştan biri olup, dünya milletlerinin çoğunun yer aldığı, 1939’dan 1945’e kadar süren küresel bir askeri çatışmadır. Savaşa dönemin büyük güçleri olan Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, ABD ve Fransa Müttefik Devletler olarak, Almanya, İtalya ve Japonya da Mihver Devletler olarak katılmışlardır. Yüz milyondan fazla askerin katıldığı bu savaş, dünya tarihinin en büyük savaşı unvanını almıştır. Savaşa katılan devletler tüm ekonomik, endüstriyel ve bilimsel güçlerini bu savaş için kullanmışlardır. Nükleer silahların kullanıldığı tek savaş olan ve Yahudi Soykırımı gibi kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği İkinci Dünya Savaşı, insanlık tarihindeki en kanlı savaştır. Savaş boyunca 40-50 milyon civarında insan hayatını kaybetmiştir. Savaşın başladığı tarih olarak genellikle, Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği 1 Eylül 1939 kabul edilir. Polonya’nın işgali üzerine Fransa, Britanya İmparatorluğu ve İngiliz Milletler Topluluğu’na dâhil olan bir çok ülke Almanya’ya savaş ilan etmişlerdir. Savaşın başlatıcısı olan Almanya Avrupa’da büyük bir imparatorluk kurmayı amaçlıyordu. Almanya, 1939’un sonundan 1941’in başına kadar bir dizi savaş ve antlaşma ile Avrupa topraklarının çoğunu ele geçirdi . Bu arada, sözde tarafsız olan Sovyetler Birliği altı komşu ülkesinin topraklarını tamamen ya da kısmen ele geçirdi. Haziran 1941 ayında Avrupalı Mihver Devletler Sovyetler Birliği’ne, Aralık 1941 ayında da Japonya Mihver Devletlerinin Pasifik Okyanusu’ndaki topraklarına saldırdı ve kısa sürede bölgenin büyük bir bölümüne hâkim oldu. Ancak bir süre sonra, Japonya’nın Pasifik Cephesi’ndeki bir dizi yenilgisi ve Avrupalı Mihver ordularının Kuzey Afrika ve Stalingrad’daki yenilgileriyle birlikte Mihver Devletlerin ilerlemesi 1942 yılında durduruldu. 1943 yılında Doğu Avrupa’daki Alman yenilgileri, İtalya’nın Müttefik Kuvvetleri’nce işgal edilmesi ve Pasifik’teki Amerikan zaferleriyle birlikte Mihver Devletler savaştaki kontrolü kaybetti ve tüm cephelerde geri çekilmek zorunda kaldı. 1944’de Batılı İttifak Kuvvetleri Fransa’yı işgal etti, Sovyetler Birliği kaybettiği bölgeleri geri alıp Almanya’yı ve müttefiklerinin topraklarını işgal etti. Sovyetler Birliği ve Polonya kuvvetlerinin Berlin’i ele geçirmesi üzerine Almanya 8 Mayıs 1945’de koşulsuz olarak teslim oldu ve bu suretle Avrupa’da savaş sona erdi. Asya’da ise Japon orduları Birleşik Devletler tarafından yenilgiye uğratıldı ve Japon Adaları işgal edildi. Amerika Birleşik Devletleri 6 Ağustos 1945’de Hiroşima’ya atom bombası attı. Asya’daki savaş, 15 Ağustos 1945 tarihinde Japonya’nın teslim olmayı kabul etmesiyle sona erdi. Japonya 2 Eylül 1945’de Missouri Zırhlısında teslim belgesini imzaladı. Bu savaşta, 10.650.000 i Müttefiklerden, 4.650.000 i de Mihver Devletlerinden olmak üzere toplam 15.300.000 asker öldü ya da kayboldu. Türkiye, 2 Eylül 1945’de Almanya’ya ve Japonya’ya savaş ilan etti ama zaten o tarihte Japonya teslim belgesini imzalamıştı bile. İkinci Dünya Savaşının başlıca sonuçları şöylece sıralanabilir.1) Savaş sonunda ABD ve SSCB gibi iki süper güçler ortaya çıktı, .2) Nato ve Varşova Paktı gibi iki kutuplu bir Dünya oluştu, 3) Dünyada soğuk savaş dönemi başladı, 4) Almanya da nasyonal sosyalizm, İtalya’da faşizm yıkıldı.5) Almanya doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldı, 6) Doğu Avrupa’da SSCB destekli komünist rejimler ortaya çıktı, 7) Avrupa ve Asya’da ülke sınırları değişti, 8) Milletler Cemiyeti Birleşmiş Milletlere dönüştü.
Benim doğduğum yılların önemli bir olgusu da Türkiye’yi uzun yıllar boyunca etkileyecek olan Marshall Planı dır. Marshall Planı İkinci Dünya Savaşı sonrasında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Toplam 16 ülke bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya atılan Truman Doktrininde, Sovyetler Birliği’nin diğer Avrupa Ülkelerini baskı ve tehdit altında bulundurduğu vurgulanmış ve buna dayanarak sadece Yunanistan ve Türkiye’ye askeri yardım öngörülmüştür. Ancak, anılan dönemde Avrupa’nın ekonomik durumunun son derece kötü olması, altı yıl süren savaşta ülkelerin ekonomik kaynaklarını tümüyle tüketmiş olmaları Sovyetler Birliğinin bu durumu fırsat bilip komünizm propagandasını artırmasına neden olmuştur. Bunun üzerine ABD, 1945-1946 yıllarında toplam yirmi ay süreyle Avrupa’daki 16 ülkeye toplam 15 milyar dolar ekonomik yardımda bulunmuştur. Ne yazık ki bu yardımların Ülkelerin bütçe açıklarının kapanmasına ve ithalata kullanılması yüzünden sonuç alınamamıştır. Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakanı George Marshall kendi adıyla anılan “Marshall Planı” nı 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta açıklanmıştır. Bu plana göre, Avrupa ülkelerinin her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik işbirliğine gitmeleri , öncelikle birbirlerinin eksikliklerini tamamlamaları, bu genel işbirliği sonunda bir açık ortaya çıktığında ise Amerika’nın bu açığın kapatması öngörülmüştür. Devletler arasında gerçekleşen uzun süreli görüşmeler sonucunda bu konularda anlaşmaya varılmış ve ABD Kongresi Marshall Planını 11 Eylül 1947 de onaylamıştır. Bu plan Ülkemiz açısından sonun başlangıcı olmuş, Türkiye’ye layık görülen Orta Doğu’nun buğday ambarı olması rolü gereğince Türkiye’ye on binlerce traktör ve biçer döver sokularak meralar sürülmüş, Ülkemizin tarımsal yönden dışa bağımlılığının ilk tohumları atılmıştır. Bu plan halen Türkiye hayvancılığındaki sorunların başlıca nedenlerinden birisidir.
Benim doğduğum yıllara denk gelen diğer önemli iki gelişme de Türkiye’nin Nato’ya girmesi ve Kore’ye asker göndermesidir. Aslında bu iki olay biri biri ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Yani Türkiye Nato’ya girmek için Kore’ye asker gönderme kozunu kullanmıştır. İkinci Dünya Savaşının bitişini izleyen yıllarda Dünya iki kutuplu bir düzen içine girmek zorunda kalmıştır. Bunlardan birincisi demokrasi ve özgürlüğü temsil eden Amerika Birleşik Devletleri,ideolojisi, diğeri de halkların eşitliğini temsil eden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği ideolojisi idi. Bu iki ideolojik kutup ekseninde şekillenen yeni dünya düzeni doğal olarak soğuk savaş olgusunu da gündeme getirmiş ve Ülkeleri kutuplardan birini seçmeye zorlamıştır. Bu dönemde büyük bir tehdit unsuru olan ve yayılmacı emeller besleyen SSCB’ne karşı ABD’nin önderliğinde bir araya gelen Fransa, Hollanda, Danimarka, İngiltere, Norveç, Portekiz, Belçika, Kanada, İzlanda, Lüksemburg ve Kanada 4 Nisan 1949’da kısa adı NATO lan Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütünü kurmuşlardır. Bu anlaşmanın en büyük amacı SSCB’nin tehdit ve yayılmacı emellerine karşı Batı’da askeri bir blok oluşturmak ve bu yolla SSCB’yi çevrelemektir. Anlaşmanın temel amacı NATO’ya dahil olan Ülkelerden her hangi birine karşı yapılacak saldırının tüm üyelere karşı yapılmış sayılacağı ve birlikte mücadele edileceği idi.Türkiye’nin NATO’ya girmesinin nedenlerinin en başında SSCB’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istemesi ve boğazlar üzerinde hak iddia etmesidir. Diğer nedenler arasında ise, Türkiye’nin Batı’ya yönelerek modernleşme sürecini devam ettirmek istemesi ve Truman Doktrini sonucu oluşturulan Marshall Planı uyarınca dağıtılacak yardımların NATO’ya dahil Ülkelere yapılacağının karara bağlanması ile Türkiye’nin yardımlardan mahrum kalma endişesi sayılabilir. Türkiye, NATO’ya ilk başvurusunu Mayıs 1950’de, ikinci başvurusunu da Ağustos 1950’de yapmıştır. ABD Türkiye’nin bu isteğine karşı çıkmadı ama başta İngiltere olmak üzere kimi Avrupa Ülkeleri sırf SSCB’nin tepkisini çekmemek için Türkiye’nin üyeliğine itiraz ettiler. 25 Haziran 1950’de başlayan Kore Savaşı Türkiye’nin Batı Bloku içerisinde yer alması için büyük bir fırsat oldu. Birleşmiş Milletler Teşkilatı Ülkelere çağrıda bulunarak Kore’ye asker göndermelerini istedi. Bu sırada Türkiye’de 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti İktidarı vardı..Demokrat Parti Türkiye’nin NATO’ya girmesininin yolunun Kore’ye asker göndermekten geçtiğini iyi biliyordu. Çünkü giriş için yapılan iki başvuru da reddedilmişti. Hatta dönemin Başbakanı Adnan Menderes “ Kore’ye asker göndermemiz Nato’ya girişimize köprü olabilir” diyerek Türkiye’nin savaşa katılmasına yeşil ışık yaktı. Bunun üzerine Türkiye Birleşmiş Milletler Topluluğunun davetine uyarak 4500 kişiden oluşan Şimal Yıldızı adlı Tugayı Kore’ye göndermiştir. Böylece Türkiye ilk kez yabancı bir ülkeye asker göndermiş oluyordu. Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi üzerine 15 Eylül 1951’de Ottowa’da toplanan NATO Bakanlar Konseyi Türkiye’nin ve Yunanistan’ın örgüte katılmalarına karar verdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi ise 18 Şubat 1952 tarihinde yaptığı toplantıda Kuzey Atlantik Anlaşması Protokünü kabul etti ve böylece Türkiye resmen NATO’ya üye oldu.
Kendimi ilk bildiğim yer Ulukışla idi. İlk anılarım Ulukışla’da tren istasyonunun lojmanındadır. Rahmetli babam o yıllarda Ulukışla’da DDY Gar Müdür Yardımcısı olarak görev yapmakta imiş. Lojmanımız şimdi numarası D-100 olan Ankara-Adana Karayolunun üzerinde ve dedemin sahibi olduğu ama o dönemde Jandarmaya kiraya verilen iki katlı, içinde iki havuzu bulunan geniş bahçeli neredeyse bir konak büyüklüğündeki evin tam karşısında idi. Alt katı tutukevi olan binadan bir mahpusun kaçtığını izlemek çocukluğumun ilk anıları arasındadır. Şimdi düşünüyorum da o döneme ait anılar yaşamımda fazla yer tutmuyor. Lojmanın bahçesindeki kiraz ağacından her bahar kiraz yememiz az sayıda anımdan birisi. Bir de gündüz uykularımdan sonra kalktığımda yastığımın altında bulduğum annemin güzel elleriyle yaptığı kurabiyeleri unutamam. Hala o kurabiyeyi çok severim ve her yediğimde annemi hatırlayarak hüzünlenirim. Bugün belki de sanat müziğini sevmemde en büyük etken olan annemin yanık sesiyle söylediği “yetimler güzeli yavrum uyusun “ dizelerin de içeren şarkıyı her dinlediğimde ise gözlerim yaşarır ve çoğu zaman radyoyu kapatırım. Ulukışladaki bir anımda Fatma halamın ütü yaparken cereyana kapılıp 4-5 metre savrulması idi.
Babamın tayini nedeniyle Ulukışla’dan Ceyhan’a gitmişiz. Ama ne yazık ki Ceyhan ile ilgili tek anım aynı zamanda lojmanımızda olan İstasyon binasının karşısındaki bakkaldan aldığımız defterler ve annemin bize yazmayı öğretmesidir. Bu sayede ileride de bahsedeceğim gibi daha okula gitmeden okuma yazmayı öğrenmiş oldum. Ceyhan anılarımın azlığı orada çok kısa süre kalmış bağlanabilir.
Kendimi asıl bildiğim ve anılarımı berrak olarak hatırladığım yer Toprakkale. Şimdi Adana’nın bir ilçesi olan Toprakkale o yıllarda bir tren istasyonu ve etrafında ufak bir çarşının olduğu nahiye idi. Asıl köy biraz daha içeride konumlanmıştı. Babam Cayhan’dan Toprakkale’ye terfien gelmiş ve Gar Müdürü olmuştu. Toprakkale Garı Gaziantep ve İskenderun demiryollarının kesiştiği yerde önemli bir kavşak noktası idi. Burada trenden trene hem yolcu hem vagon aktarmaları olur ve yoğun biçimde asker sevkiyatı yapılırdı. Çok sayıda tren seferi olduğu için istasyon sürekli canlı ve hareketliydi. Bizim de okul dışındaki tüm zamanlarımız bu hareketliği seyretmekle geçerdi. Lojmanımız İstasyonun üzerinde idi ve önde geniş bir terası vardı. Terasa çıkıldığında şehre adını veren kalenin muhteşem görüntüsü ve önündeki göz alabildiğince uzanan meyve bahçeleri insanı büyülerdi. Genellikle terastan trenleri ve yolcuları seyrederdik.
İlkokula Toprakkale de başladım. O sırada ablam yedi yaşında ben ise beş buçuk yaşındaydım. Ailem ikimiz birlikte okula gidelim diye hem beni hem ablamı okula yazdırmak istedi. Fakat ben yaşça küçük olduğum için Müdür beni kaydetmedi, ablamı kaydetti. Beni de babamı tanıdığından dolayı kayıtsız ve numarasız okula aldı. Ama yıl sonuna kadar yazmayı da öğrenmemi şart koştu. Önceden de söylediğim gibi ben zaten yazmayı öğrenmiş ama okumayı henüz sökmemiştim. Neyse ki ablamın da desteği ile kısa zamanda yazmayı da öğrendim ve yıl başında resmi kaydım yapılarak numara aldım. Ama çok küçük olduğum için bazen sınıfta uyurdum. Bazen de evde erkenden uykum geldiği için ablam ödevlerimi yapmak zorunda kalırdı. Hazır ilkokuldan söz açılmışken biraz bahsedeyim. İlkokulumuz o zamanki Adana – Ankara şehirler arası yolu üzerinde ve yürüyerek istasyona on dakika mesafede idi. Her sabah ablamla el ele tutuşur ve E-5 karoyolunu izleyerek okula giderdik. O arada okul yolunda bol bulunan böğürtlenleri yer her tarafımız leke içinde kalırdı. Yıllar sonra Çukurova Harasına yaptığım bir ziyarette Müdür’e beni Toprakkaleye götürmesini rica edip gittiğimizde o bize çok uzun gelen okul yolunun aslında çok kısa ve istasyona çok yakın olduğunu farkettim. Hatta bir keresinde yolda şimdilerin yüz lirasına tekabül eden on lira bulmuştuk da bize sürekli yerde buluduğunuz bir şeyi almayın telkini yapıldığı için almamış öylece bırakmıştık. İlkokulumuz tipik bir iki sınıflı, tuvaleti dışarıda köy okulu idi. İlk üç sınıf bir dersanede, 4. ve 5. sınıf ise öteki dersanede öğretim görürdü. Derslerimize genelde stajyer öğretmenler girerdi. Sınıfta üç dizi sıra bulunur, her sınıf ayrı dizi sıralarda otururdu. Öğretmen bir sınıfa ders anlatırken öteki iki sınıf ödevlerini yapardı. Ben okuma yazmayı daha okula başlamadan öğrendiğim için ödevlerimi çok kısa sürede yapar daha sonra öteki iki sınıfın derslerini izlerdim. Bu da bana öteki öğrencilerden daha ileride olmamı sağladı. Toprakkale ilkokulunda üçüncü sınıf sonuna kadar okuduk.
Toprakkale’de kaldığımız toplam üç yıl boyunca oldukça çok sayıda anı biriktirdim. Bunlardan beni en çok etkileyen yaz tatillerinde o zaman ki tabir ile köşker yani ayakkabı tamircinin yanında çıraklık yapmamdır.Tatillerde babam beni tanıdığı bir ayakkabı tamircinin yanına çırak verirdi. Bu olay 1950 li yılların sonundaki Türkiyenin ekonomik yapısını ortaya koyması bakımından da önemlidir. Çünkü o yıllarda Türkiye’de ayakkabı çivisi bile üretilemiyordu. Benim görevim başka ayakkabılardan çıkan çivileri örs üzerinde düzeltmekti. Usta da tamir sırasında o çivileri kullanırdı. Tamircide o zamanlar makine olmadığı için ayakkabılar elle onarılırdı.Yine o dönemlerde hazır ayakkabı pahalı olduğu için eskiyen ayakkabılar birkaç kez kösele ile pençe yapılır ve sık sık tamir edilirdi. Sadece Sümerbank Beykoz Kundura Fabrikası ayakkabı üretir ve herkesin bir bilemedin en fazla iki çift ayakkabısı olurdu. Bir de o dönemde yollar bugünkü gibi asfalt olmadığı, taşlık olduğu için ayakkabıların altı sık sık delinir ve pençeye gelirdi.Yazları bu delik kartonla örtülüp idare edilirdi ama yağmurda, karda su girdiği için mutlaka tamir edilmesi gerekirdi. Deriler o kadar kalındı ki iğne geçmez mecburen biz adı verilen delici alet kullanılırdı. Usta bizi bal mumu topağına sokar ve daha sonra kayganlaşan bizle deride bir delik açar, iğneyi oradan geçirerek tamiratı yapardı. Diğer bir anım da yazlık sinema ile ilgili. Toprakkale o zamanlar bağlı bulunduğu Osmaniye ilçesine çok yakındı. Şimdilede duyduğuma göre birleşmişler. Osmaniye’de yazlık sinema vardı. Haftada bir gün DDY çalışanları olarak traktörün römorkuna binilir ve Osmaniye’ye sinemaya gidilirdi. Dönüşte yıldızlara bakarak römorkta uyumak çok zevkli olurdu. Hala bu anım aklımdan çıkmaz. Osmaniye’ye bir gidişim de dişim yüzünden olmuştur. Üst ön dişlerimden birisinin kökü damak ile dudak arasından çıkmaya başladı. Bunun üzerine babam beni Osmaniye’de dişçiye götürdü. O zaman etkin uyuşturucular olmadığı için dişin çekilirken çok ağrıdığını hatırlarım. Bu olay hayatımıdaki ilk sağlık sorunum olarak kayıtlara geçmiştir. Toprakkale denize çok yakın olduğu halde ancak yirmi yaşımda Erdek’te ayağımı denize sokabildim. Çünkü çok vehimli olan annem deniz kenarına gittiğimizde bırakın ayağımızı denize sokturmayı boğulacağız diye denize yüz metreden fazla yaklaşmamıza bile izin vermezdi.Sık sık Adana’ya da giderdik. Adana’ya gidiş nedenimiz çokluk Asma Altı Kebapçısında Adana Kebabı yemekti. Babam hazırlanın yarın Adana’ya gideceğiz dediğinde heyecandan sabaha kadar uyuyamazdık. O dönemde Adana’nın en meşhur kebapçısı Asma Altı idi ve sahibini babam iyi tanıyordu. Kebaptan sonra Osmaniye’nin güzel parkına gider ve dolaşırdık. Toprakkale önemli bir karpuz üretim merkezi idi. Yazın kamyonlarla istasyona getirilen karpuzlar vagonlarla Ankara ve İstanbul’a sevk edilirdi. Kamyon geldiği zaman koşarak vagonların yanına gider ve atılırken yere düşen karpuzların sadece göbeğini yer kalanını atardık. Bir de o zaman ki Washington karpuzlarının kocaman çekirdeklerini toplar, yıkayıp kuruttuktan sonra afiyetle yerdik. Toprakkale’deki diğer bir anım da kale ziyareti idi. Toprakkale’ye adını veren eski kaleye yılda bir iki kez piknik gezisi düzenlenir, hem kale görülür hem de güzel vakit geçirilirdi. O dönemde TV, bilgisayar, çeşit çeşit oyuncaklar olmadığı için daha çok körebe, saklambaç gibi çocuk oyunları ile tren biletleri, telgraf ruloları ile oynayarak ya da ağaç tepelerine çıkarak ve raylarda yürüyerek vakit geçirirdik. Lojmanımızın yanında üzerine çıktığımız incir ağacının kokusu hep burnumdadır ve ne zaman bir incir ağacının yanından geçsem o kokuyu ve Toprakale’yi anımsarım. Dayım birkaç günlüğüne bizi ziyarete gelmişti. Her gün okula gelir ve bizi alırdı. İyi giyimli, temiz yüzlü ve gözlüklü olduğu için çocuklar Zeki Müren diye arkasından koşardı. Toprakkale’de o yıllarda özellikle yazın çekirge istilası olurdu. Bir anda yeşil bir bulut gibi gelen on binlerce çekirge tarlalara dalar ve kısa zamanda tarlada sebzeden eser kalmazdı. Bir de yazları sabah uyandığımızda gözlerimizi çapaktan dolayı açamazdık. Sineğin neden olduğu bir rahatsızlık olduğu söylenirdi. Annem sıcak suyla ıslattığı pamuğu sürerek gözümüzü açardı. Toprakkale’deki üzücü bir anım da, annemin sinir hastalığına yakalanmasıdır. Bu hastalığı yıllarca çekti. Sık sık doktora gider, biz de o arada ya yalnız kalır ya da Ulukışla’ya dedemin yanına giderdik. Babam çok dürüst bir insandı. Bir gün bir karpuzcu vagon tahsisi nedeniyle iş ilişkisinde bulunduğu babama gelip dün gönderdiği bir çuval karpuzu beğenip beğenmediğini sorunca babam da ne karpuzu ben böyle bir karpuz almadım demiş. İşin aslı sonradan anlaşılmış. Meğerse istasyon görevlisi karpuzcuya gidip İbrahim bey bir çuval karpuz istiyor deyip en iyi karpuzları almş ve evine götürmüş. Babamın o görevliyi çok ağır biçimde cezalandırdığına tanık olmuştum. Yıllar sonra dekanlığım sırasında makam şoförümün izinli gittiği memleketinden getirdiği bir torba fındığı duyan annemin”babası da hiç rüşvet yemezdi ama bu nasıl olmuş” dediğini bir espri olarak anımsarım.
Toprakkale’den ayrılmamız 3.sınıfın sonunda babamın Güney Doğu’da bir sınır nahiyesi olan Şenyurt’a tayini ile oldu. Şenyurt bir şehrin Türkiye- Suriye sınırı ile ayrılmış ve Türkiye’de kalmış bölümü idi. Suriye’de kalan bölümünün adı Derbesiye idi. O zaman Nahiye çok küçüktü, insanlar arap kıyafetleri giyer ve Arapça konuşurlardı. Şenyurt’un benim açımdan hüzünlü yanı orada annemin sinir hastalığının çok artması idi. Sık sık doktora, hocaya gider hastalığına derman arardı. Evde doğru dürüst yemek pişmediği için de annem olsun olmasın ne bulursak onu yerdik. En çok yediğimiz de Ulukışla’dan gelen pekmezle ekmekti. İstasyondaki lojmanımız bir su deposu etrafındaki kale gibi binalardan birisi idi. Dışarıya doğru her lojmanın bir bahçesi vardı. O bahçedeki asma çardağından düşüp kırdığım kaşımın üstündeki dikiş izi hala durur. Annem sürekli hasta olduğu için babam iş çıkışı eve şöyle bir uğrar daha sonra şehir kulübüne oyun oynamaya gider ve sabaha kadar gelmezdi. Annem gece yarısı fenalaşınca bana hadi git babanı çağır derdi. Ben de 8-9 yaşımda ufak bir çocuk olarak gece saat 2 de 3 de cinlerin top oynadığı karanlık sokaklarda pijama ile gider ve babama oyun sırasında annemin çağırdığını söylerdim. O da tamam sen git ben geliyorum derdi ama hiçbir zaman gelmezdi. Annem de buna kızar ve sabaha kadar bizi de uyutmazdı. Hele annem hastaneye Ankara’ya gittiği zamanlarda geceleri babam da oyun için kulüpte olduğu zaman ablamla ikimiz çok korkar ve biri birimize sarılıp yatardık.Yine böyle bir gece sanıyorum Nevruz kutlamaları için bir grup gece yarısı tuhaf, korkutucu giysileri ve ellerinde acayip aletlerle kapımıza dayandıklarında çok korkmuş ve yorganı üstümüze çekip ağlamaya başlamıştık. Şenyurt’ta ablamla 4.sınıfın bir bölümünü okuduk. Daha doğrusu 4.sınıfı Şenyurt’ta, Adana’da ve annem hastalanıp tedavi için Ankara’ya gittiğinde Ulukışla’da dedemin yanında okuduk. Şenyurt’ta bizi en çok heyecanlandıran askeri birlik idi. Orada oturan arkadaşlarımıza gittiğimizde birliğin temizliği, marketi, berberi biz çok heyecanlandırırdı.
Şimdi hazır Şenyurt’tan bahsetmişken günümüzün güncel konusu Suriye ve artık hızlı trenler dışında önemini yitiren hatta kısmen özelleştirilen Demiryolları ile ilgili gözlemlerimi ve görüşlerimi de aktarmak istiyorum. Şenyurt bir sınır kasabası ve gümrük kapısı idi. Söylediğim gibi eskiden bir olan ve adı Derbesiye olan bir köyü sınır ikiye ayırmıştı. Şimdi iç savaş yaşayan Suriye o yıllarda Türkiye’den daha gelişmiş bir Ülke idi. Onu da tren geldiğinde sınır kapısına gelen arabalardan anlamak mümkündü. O yıllarda (1958) Şenyurt’ta doğru dürüst bir motorlu taşıt bile yokken Suriye’de sınıra Mercedes arabalar geliyordu. Ayrıca kaçak mal olarak tanımlanan,o yıllarda Türkiye’de bulunmayan her çeşit alet ve malzemeler Suriye’de mevcuttu. Kaçakçılar Türkiye’den Suriye’ye koyun kaçırır, gelirken de Türkiye’de bulunmayan eşya, kumaş gibi malzemeler getirirlerdi. Çünkü o yıllarda Türkiye’de yerli sanayi üretimi sıfırdı. Bir toplu iğne bile üretilmiyordu. Onun için kaçakçılık önemli bir sorundu. Aslında şimdi PKK ile mücadelede kullanılan karakollar o dönemde kaçakçılar için yapılmıştı. Şenyurt’ta geceleri mayın patlaması sesleri ile uyanırdık. Şehirde kolu bacağı olmayan bir sürü insan dolaşırdı. O yıllarda Şenyurt’tan batıya giden trenler şimdiki Gaziantep yolu olmadığı için Suriye’nin Halep kentinden geçmek zorunda kalırdı. Trenler Suriye’ye girer Halep’e uğrar ve tekrar Türkiye’ye giriş yapardı. Ben bu nedenle en az 5-6 kere Halep’i görmüştüm. Halep o yıllarda bina olarak modern ama yaşantı olarak eski bir şehirdi. İstasyonda fesli insanlara rastlamak mümkündü. Babamın amcası Ulukışla’da kahve işletiyordu. O dönemde Türkiye’de Türk kahvesi ve kaliteli oyun kağıdı yoktu. Ulukışla’ya her gidişimizde Halep istasyonundan aldığı kilolarca kahveyi ve onlarca oyun kağıdını Suriye Gümrüğünden geçirebilmek için hasta taklidi yapıp yatan annemin altına yerleştirirdi. Şimdi baktığımızda Türkiye bir sanayi malı üreticisi oldu, her türlü mal üretilip ihraç ediyor ama Suriye iç savaşın eşiğinde gittikçe harabeye dönüyor.
Ömrümün ilk on iki yılı babamın memuriyeti nedeniyle tren istasyonlarda geçti. Devlet Demir Yolları Osmanlı Döneminde yapımına başlanan ve Türkiye Cumhuriyetinin kurulması ile birlikte hızla Türkiye geneline yayılan ve o dönemde kara yolları yeterli olmadığı için gerek eşya taşımacılığında, gerekse Yurt içi yolculuklarda en sık kullanılan bir ulaşım aracı idi. O yıllarda Demiryollarında çalışmak önemli bir ayrıcalık oluşturuyordu. Hep kaliteli insanlar, sınavdan geçtikten sonra işe alınır ve meslek içi eğitimlerle sürekli gelişimleri sağlanırdı. Herkes Demiryollarına memur olabilmek için can atardı. Biz o dönemde tüm yolculuklarımızı trenle yapardık. Babamın görev yaptığı Şenyurt’tan Ulukışla’ya 48 saate geldiğimiz olmuştur. Bazen trenlerin personele ait furgonunda, bazende kompartmanlarda seyahat ederdik. Kompartmanlarda babam bizi kayışıyla üstteki bagaj bölümüne bağlar ve geceyi orada geçirirdik. O yıllarda trenler başka ulaşım araçları yeterli olmadığından dolu olur, insanlar kompartmanlarda ve koridorlarda tıka basa seyahat ederdi. Biz istasyonlarda her zaman lojmanlarda kalır ve sadece Demiryolu çalışanlarının çocukları ile vakit geçirirdik. En büyük eğlencemiz de raylar üzerinde yürümek, tren geldiği zaman yolcuları seyretmek ve bilet biriktirmekti. Bir de arada bir istasyonlara uğrayan ve bulaşıcı hastalıkların önlenmesi konusunda çizgi film gösteren vagonlarda film izlemekti. Herkes sinemaya gider gibi giyinir kuşanır ve çizgi filmi seyrederdi. Tayinlerde eşya taşımaları kara yük vagonları ile yapılırdı. Vagon eşyalarla sanki bir oda gibi döşenir, yataklar kurulurdu. Nakil bazen iki üç gün sürdüğü için bu gerekliydi. Konya-Adana treni Ereğli’yi geçip Çakmak istasyonuna geldikten sonra neredeyse bin metre tırmanmak zorunda kalırdı. O zamanlar önde ve arkada iki buharlı lokomotif yer alırdı. Buna rağmen tren o kadar yavaşlardı ki bazı kişiler önden inip arakadan binerlerdi. Trenlerde ve istasyonlarda satıcılar çok olurdu. Ulukışla istasyonunda elma, ciğer ve afyon kaymağı satılırdı. Bazen yolcular tam tren hareket edeceği zaman bunlardan birini satın alır ancak tren hareket ettiği için parayı vermeden giderlerdi. Ulukışla’da Adana-Ankara Motorlu Treni de geçerdi. Şimdiki hızlı trenlere benzeyen motorlu trenlere daha çok hali vakti yerinde insanlar binerdi Motorlu Tren her istasyonda bu arada da Ulukışla’da da durmazdı. Ancak Ulukışla’nın gençleri tren vakti geldiğinde saçlarını başlarını tarar doğru istasyona giderler ve durmadan giden trendeki yolcuları seyrederlerdi.
Şenyurt’tan sonra babamın müfettişlik stajı yapması için Adana’ya geldik. Baraj yolunda Cemal Paşa Mahallesinde bir ev tutuldu. O ev ilk kez lojman olmayan bir ev olduğu için çok garibimize gitmişti. Doğru dürüst eşyamız da yoktu. Ev de geniş olunca bom boş kaldı. Biz evin ikinci katında oturuyorduk. Genellikle günlerimiz evin önündeki balkonda geçerdi. Hatta sıcak günlerde babam balkonda yatardı. Bizde akşam üzerileri serinlikte bir yandan ev sahibinin bahçesinden topladığımız biberleri ekmekle yer bir taraftan da babamın eve gelmesini beklerdik. Ayrıca ev sahibinin oğlu ile her sebze pazarında bahçeden topladığımız maydanozları satardık. Traş için Berbere ilk kez tek başıma Adana’da gitmiştim. Berbere utanarak gider bileysiz makinesinin saç keserken oluşturduğu ağrıya ses çıkaramazdım. Bir de arada sırada anneannem ziyaretimize gelirdi ve bizi çok mutlu ederdi.Yıllar sonra Adana’ya gittiğimizde o evi bulduk ama çevre çok değişmiş, tek katlı evlerin yerini apartmanlar almıştı. Ev baraj yolunda olduğu için babamla bir iki kez baraja yürüyerek gittiğimi anımsarım. Adana’da İlkokul 4.Sınıfın bir bölümünü okuduk. Bir hayırseverin yaptırdığı okulun yanında yine onun yaptırdığı ve adını verdiği cami vardı. Okul yakın olduğu için yürüyerek gider yürüyerek gelirdik.Okulda içime oturan ve yıllardı aklımdan çıkmayan bir konuda kitap konusu idi. Daha önce söylemeyi unuttuk ablam ve ben okumaya çok meraklı idik. Gerek annem babam gerekse tüm akrabalar bize kitap hediye ederdi. Böylece yüzü aşkın kitaptan oluşan bir kütüphanemiz oluşmuştu. Bunu öğretmene söyleyince getir okul kütüphanesine koyalım arkadaşların okusun dedi, biz de koyduk. Fakat Adana’dan ayrılırken kitapları geri alamadık. Bu bende büyük bir üzüntü yarattı ama o kitapların yıllar boyu binlerce öğrenci tarafından okunacak olmasını düşündüğümde de üzüntüm hafifliyordu.
Babam Adana’da müfettişlik kursunu büyük bir başarı ile bitirdikten sonra staj yapmak için Gaziantep’in yine bir sınır istasyonu olan Karkamış’ a tayin oldu.Karkamış’ta yazın olduğu için okula gitmedim. Sanıyorum iki ay kadar bir süre kaldık. Karkamış da Şenyurt gibi bir sınır şehri ve gümrük kapısı idi. Bize ilk verilen lojman çok büyük ve iki katlı bir evin büyük bir odası idi. Eşya getirilmediği için bir odada hepimiz yaşıyorduk. Sonra tek katlı bir lojmana taşındık. Bu lojmanın bahçesinin çiti Türkiye-Suriye sınırı idi.Tabii şehir içinde olduğu için sınırda mayın yoktu ve biz zaman zaman sınırı geçip Suriye’deki bağlardan üzüm çalar yerdik. Karkamış’ta uzun süre kalmadığımız için fazla bir anı birikmedi.
Karkamış’ta stajını tamamlayan babam asil bir müfettiş olarak Yerköy’e tayin oldu.Yıl sanırım 1959 yılı idi. Yerköy Yozgat İline bağlı bir ilçe idi ve Demir Yolu bulunması nedeniyle de Yozgat’a nazaran daha hareketli sayılırdı. Yerköy’de babam DDY Hareket Müfettişi olduğu için forsumuz yerindeydi. Bu durum en başta lojmanımızdan belliydi. Lojman demiryolu kenarında bahçe içinde iki katlı şimdilerde dubleks denilen cinsten çok büyük taş bir evdi. Yanında yine küçük bir ev gibi kümes ya da depo olarak kullanılan yapı vardı. İstasyon lojmanları bir kampüs içerisinde yer alıyordu ve biz çocukların kampüs dışına çıkma şansı okula gidip gelme dışında pek yoktu. Biz de kendi aramızda kampüsün ortasında kömür curuflarının yığıldığı alanda top oynardık.Top deyince yanlış anlaşılmasın oynadığımız eski bir çorabın içerisine gazete kağıdının tıka basa doldurulması ve genelde iple bulunursa telle sarılan bir yuvarlak idi. Şimdi 4-5 liraya satılan plastik toplar o zaman elimizde olsa hepimiz meşhur futbolcu olurduk. Gün boyu cürufların çıkardığı tozlar içinde o yuvarlağın peşinden koşardık. Akşam eve gittiğimizde her tarafımız kömür tozu olur, kolay kolay da çıkmazdı. Oynadığımız diğer oyunlar arasında katı bir çamura bıçakla değişik atış hareketleri yapmak, sakızdan çıkan futbolcu resimlerini bir ağacın çizdiğimiz bir noktasından atıp üst üste gelenleri almak gibi şimdi artık hiç oynanmayanları sayabiliriz. Bir gün gece babamla birlikte evimizin balkonundan uydu seyretmiştik. Eve ait odunluk olarak kullanılan yerde arkadaşlara karagöz hacivat oynattığımı da hatırlıyorum. Evimiz iki katlı ve çok genişti ancak fazla eşya yoktu. Bir gün istasyonun hamalları bir sürü koli getirdi ve içlerinden çıkan parçaları monte etmeye başladılar. Böylece, o günün moda mobilya malzemesi ceviz ağacından oturma odası ve yemek odası takımlarımız olmuştu. Yerköy’de bir adet kışlık sinema vardı ve o sinemada sadece yerli Türk filmleri oynardı. Biz çocuklar kadınlar matinesinde aşağıda perdeye yakın bir yerden filmi seyrederdik. Bazen elektrik kesilir veya film koparsa hep bir ağızdan makiniste bağırırdık. Bir de kışları karın üzerine at kılından tuzaklar yapıp kuş avladığımızı hatırlıyorum. Biz Yerköy’de iken okuduğumuz Tom Mix, Texas yanında bir de Kinova diye haftalık çocuk dergisi çıkmıştı. Bir hafta Kinovanın çıkmasını bekler, çıkacağı günün sabahı kitapçıdan aldığımız dergiyi heyecanla daha eve gelmeden on dakikada okur tekrar bir hafta beklemeye geçerdik. Yerköy’de İlkokul 5.Sınıfı ve Ortaokul 1. ve 2. Sınıfları okudum. Her iki okulumuzda biri birine yakın olmakla birlikte Orta Okul biraz daha tepelik bir yerde idi.Yıllar sonra ziyaret ettiğimiz okulumuzun kız okulu olduğunu öğrenince bir hayli şaşırmıştık. Okullarda hatırladığım kayda değer bir anım yok.Yalnız ilkokulda bir piyeste efenin kızanı rolünde oynadığımı hatırlıyorum. Bir de müzik derslerinde hoca istiklal marşını okuyan sınıf geçer deyince utancımdan bir türlü söyleyemediğimi anımsıyorum. Bir gün de maç için otobüsle Yozgat’a gitmiş ve kavga edip gelmiştik.Arkadaşlarım ve hocalarım hakkında da fazla bir anım oluşmamış. Hatta yıllar sonra askerde beni bulan Yerköylü bir arkadaşımı hatırlayamamış ve çok utanmıştım. Ayrıca Yerköy’deki Almanca hocamın sonradan gittiğimiz Ereğli’de de bize gelmesini ve derse girdiğinde bu bizi eski hocamız diye arkadaşlarla konuşurken beni görüp attığı fırçayı hatırlıyorum. Bölük pörçük anılarım arasında arada bir Ankara’ya teyzelere gittiğimizde ve bir kez sınıfla Kayseri’ye trenle yaptığım gezideki duyduğum heyecanı sayabilirim. Anılarımın en duygusalı da orta okulda babası da demiryolcu olan bir kıza duyduğum karşılıksız aşk. Uzun süre unutamadığım kızın yıllar sonra Ankara’da bir bankada çalıştığını öğrenmiş, ama giyinip kuşanıp her gittiğim banka kapısından eski duygularımı yitiririm diye üç kez geri dönmüştüm.
Yerköy’deki yaşantımın en önemli anısı 27 Mayıs 1960 İhtilaline tanık olmamdır. Tabii biz o dönemde çocuk olduğumuz için Türkiye siyasetinde ne olup bittiğini bilmiyorduk. Ayrıca o yıllarda bir tek radyo vardı onu da biz değil enne babamız dinlerdi. Gazete de nedense evimize hiç girmezdi. Bir gün sabahın erken saatlerinde babama gelen bir telefonla uyandık. Arkadaşı babama bir şeyler anlattı o da bize ihtilal olduğunu, askerin yönetime el koyduğunu söyledi. Babam hemen radyoyu açtı. Radyoda marşlar ve Milli Birli Komitesi Bildirileri okunuyordu. Bildirilerde Türkiye’de kötüye giden siyasi ve ekonomik durum nedeniyle ordunun iktidara el koymak zorunda kaldığı, Meclisin fesh edildiği, Cumhurbaşkanı ve Başbakan başta olmak üzere hükumet yetkililerinin göz altına alındığı ve tüm Ülkede sokağa çıkma yasağı ilan edildiği bildiriliyordu. Bu olayların yaşandığı tarih 27 Mayıs 1960, radyodan bildiriyi okuyan da ihtilalin güçlü adamı ve ileri de Türk siyasal yaşamında adını çok duyuracak olan Albay Alpaslan Türkeş idi. Biz tabii hemen istasyon lojmanlarının avlusuna çıktık ve diğer çocuklarla birlikte avlunun kapısından şehre baktık. Gerçekten de şehir bom boş idi. Sokaklarda sadece askeri araçlar ve askerler dolaşıyordu. Daha sonraki günlerde babam sürekli radyoyu dinlerdi. Hatta akşam radyoda yayınlanan Yassıada Duruşmalarını dinlemeden yatmazdı. Ölümü de yine Yassıada Duruşmalarını radyoda dinleyip yattıktan sonra oldu. Bir ara Ekrem Acuner adlı bir Milli Birlik Komitesi Üyesi Yerköy’e geldi ve İstasyon Meydanını dolduran halka hitap etti. Tam hatırlamıyorum ama babam galiba Demokrat Partili idi ve bu darbe olayına çok üzülmüştü.
27 Mayıs İhtilali bir sürecin sonucunda oluştu. Atatürk’ün ölümü üzerine Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü 1946 yılında çok partili demokratik sisteme geçildiğini ilan etti ve çok kısa zamanda Genel Seçimlerin yapılacağını açıkladı. Bu baskın seçime Cumhuriyet Halk Partisi ve o sırada yeni kurulan ancak teşkilatlanmasını henüz tamamlayamayan Demokrat Parti katıldı. Seçim sonucunda CHP büyük çoğunlukla iktidara geldi. Bundan sonra Türkiye’de başka partilerde kuruldu ve 1950 seçimlerine gelindi. 1950 Seçimlerinde bu kez Demokrat Parti yüksek bir oy alarak hukümeti kurmaya hak kazandı. Demokrat Parti 1954 seçimlerine kadar başarılı hizmetlerde bulundu ve bu hizmetlerin karşılığını 1954 seçimlerinde yine üstünlük sağlayarak gördü. Ancak bu seçimlerden sonra durumlar değişmeye başladı. Seçimleri büyük bir zaferle sonuçlandıran Demokrat Parti kendisini eleştiren basın mensupları, akademisyenler ve siyasetçiler üzerinde büyük baskılar oluşturmaya başladı. Gazeteler susturulmaya, gazetelere yayın yasa getirilmeye, icraatlara karşı çıkan akademisyenler görevden alınmaya başlandı. Bir anlamda Ülkede bir diktatorya hakim oldu. Bu karışıklıklar sonucunda 1958 de yapılması gereken Genel Seçimler bir yıl önceye alındı. 1957 de yapılan Genel Seçimlerde Demokrat Parti büyük oy kaybederek kıl payı iktidara geldi. Bu seçimden sonra işler iyice kızıştı. Muhalefetin başı olan İsmet İnönü’nün Mecliste konuşması engellenirken, çıktığı Yurt içi gezilerde taşlanmaya, il ve ilçelere sokulmamaya kadar varan baskılar yaşadığı görüldü. Tabii bu durum askerleri de tedirginliğe sürükledi ve ordu içerisine kıpırdanmalar, darbe hazırlıkları başladı. Bu arada İstanbul’da Atatürk’ün.Selanik’deki doğduğu evin yakıldığı söylentisi üzerine rum azınlığın evlerinin dükkanlarının yağmalanması olayı da işin üstüne tuz biber ekti. Kontrolü iyiden iyi elinden kaçıran iktidar muhalif kesimlerin üzerine daha büyük baskılar oluşturmaya başladı. Bu arada, muhalif gazeteler kapatıldı, akademisyenler ve gazeteciler tutuklandı, gazetelere haber yasağı getirildi. İktidar halkın moralini düzeltmek için Vatan Cephesi adlı sözde bir birliktelik oluşturup katılımcıların listesini radyoda okutmaya başladı. Tüm bu baskılar sonucunda Üniversite gençliğinde hareketlenmeler başladı. Üniversitelerde düzenlenen mitinglerde ve yürüyüşlerde hükumetin uygulamaları eleştirildi. Bu hareket dalga dalga tüm Yurda yayıldı. Bu sırada hükumet Tahkikat Komisyonu adlı bir kurul kurdu. Tüm askeri ve sivil mahkemelerin yetkilerini üzerinde toplayan bu kurulun görevi muhalif gazetecileri, siyasetçileri, akademisyenleri sözde yargılayıp mahkum etmek ve hapse atmaktı. İş iyice çığırından çıkmaya başladı. Bu arada dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel 3 Mayıs 1960 da Milli Savunma Bakanlığına bir Muhtıra vererek gelişen olaylar karşısında Cumhurbaşkanı’nın istifasını ve hükumet üyelerinin değiştirilmesini istedi. Bu muhtıraya bir yanıt alamayınca emekliliğini isteyip İzmir’e yerleşti. İşlerin iyice alevlenmesi üzerine Üniversite öğrencileri 28-29 Nisan 1960 tarihlerinde Ankara’da büyük bir yürüyüş düzenlediler. Bunu Harp Okulu öğrencilerinin Ankara’daki sessiz yürüyüşü izledi. Bir askeri darbenin geleceği iyice belli olmuştu. Nitekim yukarıda da belirttiğim gibi 27 Mayıs 1960’da sabaha karşı ordu yönetime el koydu, Meclis fesh edildi, Cumhurbaşkanı ve Başbakan başta olmak üzere Demokrat Parti siyasetçileri Harp Okulunda göz altına alındılar. İhtilali gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi derhal İzmir’de emekliliğini yaşayan Cemal Gürsel’e çağrıda bulunarak Komitenin ve Devletin başına geçmesini talep ettiler. Bu teklifi kabul eden Gürsel Ankara’ya gelerek Milli Birlik Komitesinin Başkanı oldu. İçinde iki orgeneral, bir tümgeneral ve iki tuğgeneralin de bulunduğu 28 kişilik Milli Birlik Komitesi aldığı bir kararla Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tüm yetkilerini üzerine aldı ve buna dayanarak Devlet Başkanlığına Cemal Gürsel’i seçti. Milli Birlik Komitesi ilk iş olarak 14 Ekim 1960 tarihinde Yassıada’da bir mahkeme kurdu ve tutuklanan Demokrat Parti yöneticilerini yargılamaya başladı. On dört ay süren duruşmalar sonucunda çok sayıda kişiye idam cezası verildi. Ancak Milli Birlik Komitesi bu idamlardan sadece üçünü uygun buldu, diğerlerini ömür boyu hapis cezasına çevirdi. Nitekim idama mahkum edilenlerden Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan 16 Eylül 1961, Adnan Menderes’te 17 Eylül 1961 günü idam edilerek İmralı adasına gömüldüler. Daha sonra Milli Birlik Komitesi halk temsilcilerinden oluşan bir Kurucu Meclis oluşturdu. Yeni Anayasa’yı yapmak üzere oluşturulan bu meclis 6 Ocak 1961 tarihinde 256 üyesi ile ilk toplantısını yaptı. Oluşturulan yeni Anayasa 9 Temmuz 1961 de yapılan halk oylamasında %61.5 lik bir oyla kabul edildikten sonra yeni partiler kuruldu ve Türkiye 1963’de ihtilal sonrası ilk Genel Seçimlere gitti. Bu seçim sonucunda yakın oylar alan İsmet İnönü liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi ve Adalet partisi ortak bir Koalisyon hükumeti kurarak yola devem ettiler. Bu arada girişilen iki darbe teşebbüsü iktidar tarafından bastırıldı.
Anılarımın en acısı da Yerköy’de babamı kaybetmemdir. Babam Müfettiş olduğu için sürekli istasyonları gezer, bu arada da doğal olarak beslenmesine ve yaşam tarzına dikkat etmezdi. Bir de uzun yıllardır sürdürdüğü kağıt oynama alışkanlığı yüzünden Yerköy’de olduğu zamanlar da genelde eve gelmez, bütün zamanını gece yarılarına kadar Şehir Kulübünde kağıt oynayarak geçirirdi. Kendisi sigara içmezdi ama pasif içiciliği onun için daha sakıncalı idi. Hatta bir keresinde kulüpte mide kanaması geçirmiş ve uzun süre Ankara DDY Hastanesinde yatmıştı. Doktorların istirahat önerilerine uymayıp kısa süre sonra tekrar işine döndü.Yine bir arife günü ertesi günü bayram olduğu için alış verişe gitmiştik ve ilk kez bana doru dürüst bir ayakkabı alınmıştı. Bu arada belirteyim o zamanlar bize hazır elbise alınmaz, babamın ağaran elbiseleri ters yüz edilip onlardan terzide dikilen elbiseleri giyerdik. Akşam o dönemde TV olmadığı için radyoyu dinleyip hep bir arada uyuduğumuz yatak odasında istirahate çekildik. Annemle babam karyolada, biz de ablamla yer yatağında yatıyorduk. Daha uykuya bile dalmamıştık ki babamın üç kez hırıldadığını duydum. Annem kalkıp elektriği yakınca babamın hareketsiz yattığını gördük. Annem hemen İstasyon doktorunu aradı. Gelen doktor babamın öldüğünü söyledi. Bizi komşular hemen başka bir eve aldılar. Ertesi günü bütün Yerköy ayağa kalktı. Kimse kurbanlarını kesmedi, bayram yapmadı. Babamın ne kadar çok sevildiğini o gün anladım. Hatırımdan çıkmayan acı bir görüntü de bayramın ilk günü lojmanın bahçesinde yanan bir ateş ve üstünde bir kazanda kanayan su görüntüsü. O zaman şimdiki gibi gasilhane olmadığı için ölüler dışarıda yıkanıyordu. Etrafı çarşaflarla kapandığı için yıkama işlemini görememiştik ama yine de 12 yaşında bir çocuk için o görüntü bile gerçekten ürkütücü idi. Hemen dedem Ulukışla’dan çıktı geldi. Cenaze bir kamyonun arakasına kondu. Annemle dedem kamyonun önüne oturdular. Biz de ablamla arkada tabutun yanında oturduk. Tabutun üzerinde uyuduğumu hatırlıyorum.Kamyon kestirmeden gideceğim derken yolu kaybetti, birkaç denemeden sonra Aksaray -Ulukışla arasındaki Taşpınar kasabasına ulaştı. Orada bizi Ulukışla’dan gelen kalabalık bir grup bekliyordu. Ağlaşmalar, haykırışlar arasında Ulukışla’ya vardık. Ulukışla da bizi daha büyük bir kalabalık bekliyordu. Dedemin koskoca evi taziyeye gelen insanları almadı. O gün büyük bir cenaze töreni ile baba defnedildi. Babam 43 yaşında ölmüştü, ben 12 yaşında yetim,annem 38 yaşında dul kalmıştı.
Ulukışla benim memleketim. Hani çok bilindik çocuk şarkısında “Orada bir köy var uzakta, gitmesek de kalmasak da o köy bizim köyümüzdür “ dediği gibi gitmesem de, her hangi bir katkım olmasa da orası benim memleketim. Babamın, dedemin, daha bir çok akrabamın mezarları Kırankaya’ nın bağrına yaslanmış şehir mezarlığında. Çocukluğumun bir bölümünün geçtiği, zaman zaman İlkokulunda okuduğum Ulukışla benim yaşamımda önemli bir yer tutuyor. Çocukluğumun ilk yılları dışında yaz tatillerinde, annem hasta olup Ankara’ya doktora gittiğinde hep Ulukışla’ya gelmişizdir. Ulukışla‘ya her geldiğimizde dedemin iki katlı konağında kaldık. Sadece liseyi bitirdiğimiz yıl yaz tatilinde eşyalarımızı Ulukışla’ya getirdiğimiz için dedemin çarşı caddesine bakan evlerinden birinde kalmıştık. Zaten oradan da Ankara’ya taşındık. Üniversite birinci sınıfta dedem ölüp anneannem de Ankara’ya bizim yanımıza geldiği için bir daha da yaz tatillerinde Ulukışla’ya gidemedik.
Ulukışla coğrafi konumu itibariyle tarih boyunca başta İpek Yolu olmak üzere tüm kervan ve haç yollarının kesiştiği bir konuma sahipti. Orta Doğu ve Ön Asya ile Anadolu arasında bir kapı oluşturması nedeniyle de Ulukışla, çok sayıda medeniyetin sahip olmak istediği stratejik bir mevki konumundaydı. Tarih boyunca Hititler, Asurlar, Frigler, Persler, Makedonlar, Romalılar, Bizanslılar, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Araplar, Moğolların uç beyliği İlhanlılar, Karamanoğulları ve son olarak da 1470 yılında Osmanlılar bu geçiş bölgesini ele geçirmişlerdir. Gerek Orta Doğudan Anadoluya gerekse Anadoludan Orta Doğuya yapılan seferlerde hep Ulukışla kapısı kullanılmıştır. Nitekim, Roma İmparatoru Marcus Aurelius Suriye’ye sefere giderken Ulukışla’nın Başmakçı Köyünde konaklamış, ölen karısı Faustina’nın mezarının da bulunduğu bu bölgeye Faustinapolis adını vermiştir. Büyük İskender bizzat ordularıyla birlikte gelerek bu bölgeyi fethetmiştir. Kraliçe Kleopatra’nın Ulukışla’ya bağlı Çiftehan Kaplıcalarında yıkandığı rivayet edilmektedir. Kanuni Sultan Süleyman İran Seferi dönüşünde Ulukışla’dan geçerken bir süre konaklamıştır. Sarıkamış Savaşında cepheye giden ordu birlikleri Ulukışla’ya kadar trenlerle gelmişler ve burada bir süre konakladıktan sonra yaya olarak ya da atlı arabalarla Sarıkamış’a sevk edilmişlerdir. İstiklal Savaşı sırasında Ali Fuat Paşa komutasında bir Tümen Ulukışla’da Öküz Mehmet Paşa Kervansarayında konaklamıştır. Faruk Nafiz Çamlıbel’in, “ Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar / Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar / Gidiyorum gurbeti gönlümde duya duya / Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya ” dizelerinin de yer aldığı ünlü Han Duvarları Şiirinde de Ulukışla’nın Orta Anadolu’ya açılan bir kapı olduğu belirtilmektedir. Ulu Önder Atatürk Suriye-Filistin Cephesinde görevliyken Mondros Mütarekesinin imzalanması üzerine Padişah tarafından çağrıldığı İstanbul’a trenle dönerken 10 Kasım 1918’de Ulukışla’da bir süre mola vermiştir. Atatürk 5 Kasım 1934’de Çiftehan Kaplıcalarına giderken de Ulukışla Garında mola vermiş ve Ulukışla halkı ile görüşmüştür. Bu olayı rahmetli annem Muzaffer Gökçen bana şöyle anlatmıştı.” Atatürk gelmeden önce tüm Ulukışla halkı en güzel giysilerimizi giyerek istasyonda toplandık. Ben o sırada henüz 12 yaşında bir çocuk idim. Atatürk’ün Belediyeyi ziyaret edebileceği düşünülerek İstasyon ile Belediye Binası arasına halılar serilmişti. Atatürk’ün treni istasyonda durunca büyük bir sevinç ve alkış tufanı koptu. Atatürk pencereden bakarak halkı şapkasıyla selamlıyordu. Ben trene çıkarak kompartımanında Atatürk’e bir buket çiçek sundum. Atatürk benim başımı okşadı ve adımı sordu. Gözlerine yüzümü çevirdim ama bakamadım. Gözleri öylesine büyüleyiciydi ki.”
Ulukışla’yı simgeleyen en önemli yapı Öküz Mehmet Paşa Hanıdır. Ulukışla’nın bir köyünde doğduğu rivayet edilen Öksüz ya da Öküz Mehmet Paşa Osmanlı İmparatorluğu’nda Kaptan-ı Deryalığa ve Sadrazamlığa kadar yükselmiştir. Paşa memleketine olan vefa duygusundan olacak İpek Yolu üzerindeki Ulukışla’ya dönemi için çok görkemli sayılacak hanı yaptırmıştır. Han bizim çocukluğumuzda buğday deposu, hapishane, yazlık sinema olarak kullanılan harabe bir yapı idi. Bu Han’ın bir benzeri de yine Öküz Mehmet Paşa tarafından yapılan ve şu anda otel olarak kullanılan Kuşadası’ndaki Kervansaray dır. Ancak son 7-8 yıl içinde Han Kültür Bakanlığı tarafından restore edilmiş ve içerisinde oluşturulan sosyal ve ekonomik kullanma alanları ile halın istifadesine açılmıştır. Kapadokya’ya Aksaray’dan yol açılmadan önce tüm turistler Ulukışla’dan geçmek zorunda idi. Çünkü Ankara ve Konya’dan gelenler Kapadokya’ya Ulukışla-Niğde Karayolu ile giderlerdi. Bizim çocukluğumuzda yazları en büyük eğlencemiz Ulukışla’da ihtiyaç molası veren turistlerle almanca ya da İngilizce konuşmaktı. Ulukışla aslında bir emekli kentidir.Yıllardır nüfusu hep 3000-4000 civarında kalmıştır. Annem hasta olup hastaneye gittiğinde nerede olursak olalım okula gitmek için Ulukışla’ya geldiğimizi söylemiştim. Ulukışla 1470 rakımda bir yayla şehri olduğu için eskiden kışları çok kar yağardı. Neredeyse bir metre yükseklikteki karda büyükler bizler okula gidelim diye dehlizler açarlar, biz de o dehlizlerden geçerek okula giderdik. Ulukışla’da o zamanlar sürekli bir elektrik yoktu. Belediyeye ait bir jeneratörden sadece günün belli saatlerinde şehre elektrik verilirdi. Bazen jeneratör bozulur şehir elektriksiz kalırdı. Gerçi o zamanlar radyo dışında TV, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi elektronik aletler bulunmadığı için elektrik kesintisi fazlaca bir sorun teşkil etmezdi. Jeneratör gece saat 23.00 kadar çalışırdı. O saatten sonra elektrik kesilirdi. Zaten geceleri vakit geçirecek bir meşgale olmadığı için insanlar erkenden yatağa girerdi. Ulukışla’ya o dönemde çeşitli eğlence grupları da gelirdi. Örneğin ip cambazları, altı balık üstü insan olan deniz kızları sık sık gelip eğlence düzenlerlerdi. Yazları hanın içindeki yazlık sinemada Türk filmleri oynardı. Bir seferinde de kafeste bir aslan getirmişlerdi. Geceleri aslanın kükremesinden ve korkudan uyku uyuyamazdık. Dedem Ulukışla Belediye Başkanı ve şehrin en zengin kişisi olduğu için bizim yaşantımız diğer arkadaşlardan farklıydı. Örneğin herkesle arkadaş olamaz, sadece okul arkadaşlarımız ve akraba çocukları ile görüşürdük. Dedem Belediye Başkanlığı dışında un ticareti de yapardı. Aksaray’daki Azmi Milli Un Fabrikasının bayii idi. Dedem Ulukışla dışında olduğunda onun un işlerine ben bakardım. Dedem Ulukışla’da olduğu zaman ise dükkanda durur, misafirlere çay, kahve servisi yapardım. Dedemin dükkanı çarşıda E-5 Adana Karayolunun üstünde olduğu için boş vakitlerimde dükkanın önünde oturup gelen geçen arabaları seyrederdim. Rahmetli anneannem çok güzel ve uzun boylu, sarışın bir kadındı, Tam bir osmanlı kadınıydı. Anneannemin asıl memleketi Bor idi. Ulukışla’ya oradan gelin gelmişti. Gelin gelmesi Ulukışla’da büyük bir olay olmuş. Anneannem ilk defa Ulukışla dışından gelen bir gelin olarak Çaykavak Yokuşunun başında atlı ciritçiler tarafından karşılanmış ve onların eşliğinde Ulukışla’ya getirilmiş. Okullar ve Devlet daireleri tatil edildiği için hemen tüm Ulukışla halkı yolun kenarına dizilerek gelini karşılamış. Anneannem de Ulukışla’dan ayrılıncaya kadar bu karşılamanın hakkını verdi,yaşantısı, duruşu ve yardım severliği ile herkese kendisini sevdirdi ve saydırdı. O dönemde Ulukışla’da evlerde banyo olmadığından dedem halk için en çok da anneannem için hamam yaptırmıştı. Ulukışla’ya ne zaman gitsek evin anahtarını hamamdan alırdım.Ulukışla’ya gittiğimizde bizi en çok sevindiren olay dedemin bir kamyonet tutup bizi Şeker Pınarına götürmesi ve orada Adana Kebap yedirmesi idi. Şeker Pınarı Adana yolunda Çiftehana gelmeden önce kayanın dibinden Çakıt Suyunun çıktığı bir kaynak ve mesire yeri idi. Dedem tüm misafirlerini oraya götürür biz de her defasında onlarla giderdik. Bir de şehrin dışında akrabaların bostanlarına gidip taze salatalık yemek ve Kılan yolundaki Yüzbaşı Çeşmesine çıkıp su içmek en büyük zevklerimiz arasında idi.
Babamın ölümü üzerine Yerköy’den Ulukışla’ya geldik ve yaz tatilini geçirdikten sonra sonraki eğitimimizi tamamlayacağımız Ereğli’ye taşındık. 1961 yılında Ulukışla’da Orta Okul vardı ama Lise yoktu. Onun için dedem Orta sonu ve Liseyi Ereğli’de okumamıza karar verdi. Ereğli o yıllarda ufak, şirin, yeşilliklerle dolu bir Orta Anadolu Kasabası idi. Ama yine de Ulukışla’nın yanında Paris gibiydi. Zaten Ulukışla halkı tüm alış verişlerini arada sadece 50 km mesafe bulunan Ereğli’den yaparlardı. Ereğli’de meyvecilik özellikle de elma yetiştiriciliği çok gelişmişti. Ayrıca Ereğli’de Sümerbank’a bağlı büyük bir Pamuklu Dokuma Fabrikası vardı. Bu fabrikanın Ereğli’nin sosyal, sportif ve ekonomik yaşamına büyük katkıları vardı. Bine yakın kişi bu fabrikada çalışır, yan çalışma alanları ile dört beş bin kişi fabrikadan ekmek yerdi. Ayrıca fabrikanın bir stadı ve Sümerspor adlı bir futbol takımı da vardi. Biz Ereğli’de Gülbahçe adı verilen semtte otururduk. Bu semtin en önemli özelliği fabrikanın memur ve işçi lojmanlarının burada olması idi. Dolayısıyla arkadaşlarımızın babaları ve anneleri fabrikada çalışırdı. Gülbahçe’deki ilk evimiz daha sonra çamaşır yıkarken gaz ocağından zehirlenip ölen Havva Hanımın eviydi. Havva Hanım öldükten kısa bir süre sonra kocası evlendi ve ilk işi bizi evden çıkarmak oldu. Biz de, bu kez 101 evler diye tanımlanan tek katlı bahçeli bir ev kiraladık. Ev güzeldi ama ıssızdı ve arkasında mezarlık vardı. Korkudan her gece kapının arkasına eşyaları yığdığımızı hatırlıyorum. Bu mahallede birkaç akrabamız ve hemşehrimiz vardı. Bunlar arasında dayımın kayınpederi Remzi bey ve eşi Senem Hanımı, onların iki oğlunu, hemşehrimiz Fatma ablaları ve Muhsine hanım teyzeleri sayabilirim. Onların oğullarından Yılmaz ve Atilla da benim yakın arkadaşlarımdı. O zamanlar Televizyon olmadığı için gündüz okula gider, evin yakınındaki futbol sahasında top oynar, akşamları da komşu ziyaretlerine giderdi. Futbol demişken iki anımı nakledeyim. Bir gün evde otururken halamın oğlu Kemal ağabey ziyaretimize geldi. Bir süre oturduktan sonra hadi topunu al sahaya gidelim dedi. Ben de ne topu deyince torbadan hayalimizde bile canlanmayan meşin bir futbol topu çıkardı. Ne kadar çok sevindiğimi anlatamam. Hemen topu alıp evimizin yanındaki sahaya gittim.Arkadaşlar beni topla görünce hemen etrafıma doluştular ve çoğu zaman beni oyuna almayanlar bile beni takımlarına dahil etmek istediler. Diğer bir anım da yine futbol ve annem ile ilgili. Annem babam olmadığı için bize çok düşkündü. Top oynarken saha kenarına gelir ve “terleme Hazim” diye seslenirdi. Bu söz arkadaşlarım arasında alay konusu olmuştu. Bir de ben sahada top oynarken gelir ve sırtıma havlu sokardı. Hiç unutamadığım bir anım da kum fırtınasıdır. Bir gün dışarıda oynarken bir fırtına başladı, sonra kum fırtınası haline dönüştü. Biz hemen evlere sığındık. Fakat kapılar ve pencereler kapalı olduğu halde evin içinde de kumdan göz gözü görmez oldu. Annem kollarıyla bizi sararak kıyametin koptuğunu ve hepimizin öleceğini söyledi. Ablamla ben çok korkmuştuk. Yaklaşık bir saat öyle kaldık. Kum gittikçe azaldı ve sonra kayboldu. Kumların o zamanlar büyük bir toprak erozyonu yaşayan ve o nedenle de çölleşen Karapınar ovasından fırtınanın etkisiyle geldiği söylendi. Ereğli’de okurken, yazları para kazanmak amacıyla ayakkabı boyacılığı yapardım Kendime bir sandık yapıp mahalledekilerin ayakkabılarını o zamanki para ile 25 kuruşa boyardım. Ereğli’deki en büyük zevkimiz Osman ağanın yaylı arabası ile İvriz yolundaki halamın içinde oturduğu elma bahçesine gitmekti. Gitmeden bir gün önce şehirde Osman ağayı bulur ve ertesi günü belli bir saatte eve gelmesini söylerdim. Osman ağa o saate gelir ve bizi bahçeye götürürdü. Akşam da döneceğimiz zaman tekrar gelir ve bizi alırdı. Bahçe ile ilgi bir anım da bisiklet kaçırma olayıdır. Annem benim bisiklete binmemi kaza yapar bir yerimi sakatlarım diye hiç istemezdi. Hatta dedem bana bisiklet almak ister ama annem aldırmazdı. Bende de her çocuk gibi büyük bir bisiklete binme arzusu vardı. Bir gün halamların bahçesine gittiğimizde onların bisikletlerinden birine binip etrafı gezeyim dedim. Ama sonra mahalleye gidip arkadaşlara caka atmak düşüncesi kafama takıldı. Hemen hemen on kilometre olan yolu bisikletle ketederek mahalleye geldim ve arkadaşlara poz attım. Ancak dönerken tekerleğin lastiği patladı. Yanımda param da yoktu. Neyse bir bisikletçiye gittim ve halamın kocasının adını verdim. Halamın kocası Ereğli’de çok tanınan bir kişi di. Tamirci para istemeden bisikletin tekerleğini tamir etti. Bu arada akşam olmuş ve hava kararmıştı. O yıllarda cep telefonu da olmadığından herkes beni merak etmiş ve yollara çıkmıştı. Neyse ki bir kazaya uğramadan eve ulaşmıştı. Annem de o günden itibaren bisiklete binmemi yasakladı. Baştan söylemeyi unuttum Aysel halam da yıllardır Ereğli’de oturuyordu. Önce şehirde oturmuşlar, sonra da bir bahçe satın alıp İvriz yoluna yerleşmişlerdi. Halamın kocası öğretmenlik ve müfettişlik yapmış bir eğitimci idi, biz Lise son sınıfta iken de hem Sosyoloji öğretmenliğimizi hemde Lise Müdürlüğümüzü yapmıştı. İvriz demişken iki şeyden söz edeyim. Şimdi adı değişen İvriz’de Türkiye’nin ilk Köy Enstitülerinden biri vardı ve oradan çok sayıda yazar ve siyasetçi, eğitimci yetişmişti. Bir de İvriz’de suyun kenarındaki kayaya oyulmuş ve Hititlilerden kalma Bereket Tanrısını rölyefi vardır. Halamın kocasından bahsetmişken onunla ilgili bir anımı da anlatayım. Lise Müdürü iken külüstür bir motosiklet ile okula gelirdi. Her zaman başında bir köylü kasketi ve gözünde de kaynakçıların kullandığı
teneke gözlük bulunurdu. O zaman öğrencilerin şapka giyme zorunluluğu vardı. Bir kış günü zar zor okula gelmiştim. Baktım kapıda Müdür olan eniştem şapka kontrolü yapıyor. Ben de o gün şapkayı almayı unutmuştum. Nasıl olsa eniştemdir, bana bir şey demez diye kenardan okula girerken beni gördü ve ensemden yakaladığı gibi dışarı çıkarıp şapkamı alıp gelmemi söyledi. O soğukta eve gidip şapkamı alıp geldiğimi ve anacak öylece okula girebildiğimi hatırlıyorum. O dönemdeki anılarım içinde ev sahibimiz Havva hanımın zehirlenmesi ve komşumuz bir erkeğin kendini asmasını hiç unutamam. Bir gün okuldan eve gelirken uzaktan evin önünde bir kalabalığın toplandığını gördüm ve anneme bir şey olduğunu sanarak koşarak eve geldim. Meğerse ev sahibimiz Havva hanım evin yan tarafındaki tuvalette gaz ocağında çamaşır yıkarken gazdan zehirlenip ölmüş. O dönemde ev hanımları ne kadar büyük zahmetler çekerlerdi. En lüks alet hem yemeğin yapıldığı hem de çamaşır ve banyo suyunun ısıtıldığı gaz ocağı idi. Ancak onun da memesi tıkanır, söndüğü de fark edilmezse kapalı yerde insan zehirlenirdi. Bugünkü şofben zehirlenmelerine benzetebiliriz. Diğer bir üzücü anım da komşumuz bir erkeğin kendini asmasıdır. Sokakta oyun oynarken birden adam kendini asmış diye bir haykırma duyduk. Eve gittiğimizde adamın kapıya kendini astığını gözümle gördüm. Bu görüntü uzun yıllar gözümün önünden gitmedi. Bir diğer anım da Küba ile ilgili. Yılını tam hatırlayamıyorum ama galiba 1962 olacak Amerika Küba’ya ambargo uygulamış ve savaş gemileriyle Küba’yı kuşatmıştı. Bu arada Küba’nın dostu Sovyetler Birliği’de gemilerini Küba’ya doğru yola çıkarmıştı. Herkeste her an Üçüncü Dünya Savaşı çıkacak korkusu ve kaygısı vardı. Biz de savaş ha çıktı ha çıkacak diye her şeyi o arada da dersleri sermiştik. Ne ders çalışabiliyor ne de başka bir iş yapabiliyorduk. Daha sonra sanıyorum Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın çabaları ile kriz önlendi ve günlük yaşam normale girdi Ereğli’deki en kötü anım geçirdiğim kazadır. Bir arkadaşımla maça gitmek için kaldırımda yürürken rotu kırılan bir grayder önce arkadaşıma çarpmış, sonra da arkadaşım bana çarpınca bende kafamı önünde yürüdüğümüz Sümer İlkokulunun duvarına çarpmışım. Ben hatırlamıyorum ama oradan beni bir motosikletle hastaneye götürmüşler, sonra da eve getirmişler. Evde iki gün komada yatmışım. Başıma buz torbaları konmuş. Arkadaşımın da ayağının kırıldığını sonradan öğrendim. Lise son sınıfta tam bitirme sınavına hazırlanırken bu olayın olması moralimi bayağı bozmuştu. Ama öğretmenlerimin hemen tamamının eve gelip hasta yatağımda beni ziyaret etmeleri moralimi düzeltti. Sınavlara da hazırlanıp o yıl sınıfta direkt geçen üç kişi arasına girmiştim. Daha sonra girdiğim Üniversite Sınavlarında Ankara Veteriner Fakültesini kazandım ve biz okul biter bitmez Ereğli’den ayrılıp Ulukışla’ya geldik. Ulukışla’da dedemin çarşıdaki cadde üzerindeki evlerinden biride yaz tatili boyunca oturduktan sonra 1965 yılının Eylül ayında Üniversite okumak üzere ailecek Ankara Yenimahalle’ye taşındık. Anılarıma burada ara veriyorum. Üniversite yaşamımı ve ondan sonrasını da izleyen bölümlerde bulacaksınız.