Türkiye coğrafi konumu nedeniyle salgın hayvan hastalıklarının girişine elverişli bir ülkedir. Çünkü Türkiye, doğusunda ve güneyinde yer alan İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerle uzun bir kara sınırına sahiptir. Bu sınır hattı yıllar boyunca anılan bu komşu ülkelerle Türkiye arasında insan ve hayvan kaçakçılığına geçit vermiştir. Geçmişte Türkiye’den komşu ülkelere yapılan hayvan kaçakçılığı günümüzde tersine dönmüş ve komşu ülkelerden Türkiye’ye doğru yapılmaya başlanmıştır. Hele son yıllarda terör olayları ve Suriye’deki iç savaş nedeniyle kaçak hayvan girişleri büyük bir artış göstermiştir. Bugün komşularımızla aramızdaki sınır güvenliği neredeyse yok denecek kadar azdır.
Uzun yıllar boyunca doğu ve güney sınırlarımızda bulunan komşu ülkelerden Türkiye’ye şap başta olmak üzere çok sayıda salgın hayvan hastalığı girmiştir. Ne var ki, Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen yarım asırlık dönemde Uluslar Arası Cenevre Sözleşmesi uyarınca, o zamanki adıyla Tarım Bakanlığına bağlı olarak kurulan Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü ile İl ve İlçe örgütleri büyük bir uyum içerisinde çalışarak sınırlarımızdan giren şap, sığır vebası ve at vebası gibi salgın hastalıkları önlemeyi başarabilmişlerdir. Veteriner İşleri Genel Müdürlüğünde çalışan Veteriner Hekimleri bu hastalıkların önlenmesi konusunda şehitler vermek pahasına da olsa olağan üstü çaba göstermişler, örneğin 1969 yılında çıkan sığır vebası iki yıl gibi kısa sürede söndürülünce hastalığa on yıl süre biçen Dünya Tarım Örgütü uzmanları büyük şaşkınlık yaşamışlardır.
Salgın hayvan hastalıkları ile mücadele başarılı bir şekilde sürüp giderken 1980 askeri darbesinden sonra Türkiye’de esen liberalleşme ve özelleştirme rüzgarları sonucu 1985 yılında Tarım Bakanlığı Merkez ve Taşra Teşkilatında yapılan değişiklikler kapsamında Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü kapatılarak yerine merkez taşra bağıntısı olmayan saçma bir örgüt kurulmuştur. Böylece Veteriner Hekimleri hayvan hastalıkları ile mücadele konusunda devre dışı bırakılmış, bürokratik işlemlerin artması sonucu hizmetlerde önemli aksamalar ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu olarak da salgın hayvan hastalıklarının eradikasyonu çalışmaları etkinlikle yürütülememiş, teşhis, karantina ve koruyucu hekimlik hizmetleri gereğince yapılamaz hale gelmiştir. Türkiye’de en son Eylül ayında ortaya çıkan şap salgınının kısa sürede tüm Türkiye’ye yayılmasının altında yatan neden de mevcut kamu hayvan sağlığı örgütündeki yetersizliktir. Pekiyi, nasıl bir örgütlenme modeli ile hayvan sağlığının korunması ve özellikle de salgın hastalıkların önlenmesi mümkün olabilir?
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bugün mevcut olan Hayvan Sağlığı Örgütü tümüyle değişmelidir. Yeni oluşturulacak Hayvan Sağlığı Örgütü geçmişte olduğu gibi yine merkez ve İller bazında kurgulanmalıdır. Merkezde Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bünyesinde bir Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü, İl ve İlçelerde ise bu Genel Müdürlüğe direkt olarak bağlı Veteriner İşleri Müdürlükleri kurulmalıdır. Bu İl ve İlçe Veteriner İşleri Müdürlükleri kendi sorumluluk alanları içerisinde salgın hayvan hastalıklarına karşı her türlü koruyucu hekimlik hizmetlerini yürütebilecekleri gibi gıda güvenliğinin sağlanması konusunda da faaliyette bulunmalıdırlar. Bu bağlamda yeni örgüt, ana teması zoonotik hastalıklarla mücadele olan Veteriner Halk Sağlığı ve Tek Sağlık konularında hem uygulayıcı hem de yönlendirici olmalıdır. Ancak, Türkiye’nin her yerinde aynı örgütlenme biçimine geçilmesi doğru olmaz. Çünkü, büyük bir yüz ölçümüne sahip olan Ülkemizde coğrafyanın ve iklim koşullarının dayattığı kimi özel bölgeler ve hayvancılık havzaları bulunmaktadır. Örneğin, salgın hayvan hastalıklarının giriş noktaları olan Doğu ve Güney sınırlarımızdaki Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin, Şırnak , Hakkari, Van ve Ağrı İlleri Hassas Bölge olarak ilan edilip özellikle sınır güvenliği, hayvan hareketleri ve karantina hizmetleri bakımından ayrı bir bölgesel yönetim altında toplanabilir. Bu Hassas Bölgede sınır güvenliğinin ve biyo güvenliğin sağlanması, hayvan hareketlerinin izlenmesi amacıyla Jandarma teşkilatına bağlı olarak bir kolluk gücü oluşturulabilir. Bu kolluk gücü en başta sınırlardan hayvan girişlerini kontrol altına alabilir. Günümüzde güney komşularımızda cereyan eden savaşlar nedeniyle sınır güvenliğinin sağlanmasının zor olacağı düşünülebilir. Ancak, savaş durumunun ilelebet devam etmeyeceği ve oluşturulacak modelin uzun vadeli olacağı da bir gerçektir. Kolluk gücü hassas bölgedeki karayollarında ve özellikle de bu bölgeden diğer illere giden kara yollarının Hassas Bölge’den çıkış noktalarında hayvan nakillerini kontrol ederek hastalıkların yayılmasını önleyebilir. Ayrıca Hassas Bölgeden çıkış noktalarında karantina tesisleri oluşturularak veteriner raporu olmayan ya da aşısız hayvanların bu yerlerde belirli sürelerde alıkonması sağlanabilir. Özellikle köy muhtarlarının görev alacağı elektronik donanımlı bir acil uyarı sistemine mutlak ihtiyaç vardır. Öte yandan, Hassas Bölgede ortaya çıkacak salgın hayvan hastalıklarının erken uyarı sistemi ile ihbar edilmesini takip eden en kısa süre içerisinde teşhisinin yapılabilmesi amacıyla seyyar teşhis laboratuarları kurulmalıdır.
Hayvan sağlığı açısından özellik taşıyan ve farklı bir örgütlenmeye ihtiyaç gösteren diğer bir bölge de Hayvancılık Havzasıdır. Hayvancılık Havzaları coğrafi yapının, bitki örtüsünün, iklim koşullarının ve demografik özelliklerin oluşturduğu ve hayvancılığın yoğunlukla yapıldığı bölgelerdir. Örneğin sığırcılık ele alındığında Erzurum, Kars, Ağrı, Iğdır, Ardahan illerini kapsayan “ Kuzey Batı Anadolu Hayvancılık Havzası “, Ankara, Aksaray, Konya, Afyon, Eskişehir illerini kapsayan “ Orta Anadolu Hayvancılık Havzası “, Balıkesir ve Bursa illerini kapsayan “ Kuzey Batı Anadolu Hayvancılık Havzası “ ve Isparta, Burdur, Denizli, Aydın illerini kapsayan “ Güney Batı Anadolu Hayvancılık Havzası “ Türkiye’nin belli başlı hayvancılık havzaları arasında sayılabilir. Bu havzalar anılan illerin tümünü kapsayabileceği gibi belli bölgelerde bir ilin yarısını da kapsayabilir. Son sayımlara göre, Türkiye’de mevcut sığırların yaklaşık %40’ı saydığım bu 4 Havza’daki 17 İlde toplanmıştır. Sığırların %60’ı ise geri kalan 64 ilde bulunmaktadır. Türkiye’de bu 64 il arasında öyleleri vardır ki örneğin Erzurum’daki sığır varlığının %1’ ine bile sahip değildir. Dolayısıyla tüm İllerin aynı örgütlenme modeli ile yönetilmesi beklenemez. Dünya’da da bu tür hayvancılık bölgelerine rastlanmaktadır. Örneğin Almanya’daki Bavyera ve A.B.D.deki Wisconsin eyaletleri bu havzalar arasında sayılabilir. Arzu edenler Hayvancılık Havzaları konusunda daha önce yazdığım bir makalemi (hazimgokcen.net) adlı web sitemden okuyabilirler. Hayvancılık Havzalarının salgın hastalıklarla mücadele açısından tek tek illere bakınca en önemli yararı koruyucu hekimlik ve karantina hizmetlerinin daha etkinlikle yerine getirilebilecek olmasıdır. Çünkü modelimizde hayvan sağlığı hizmetleri örneğin beş ilde ayrı ayrı değil de, o beş ilin oluşturduğu hayvancılık havzasında bir koordinasyon merkezinden yönetilecektir. Ayrıca, her Havzanın merkezinde kurulacak teşhis laboratuarı vasıtasıyla hastalıklar kolaylıkla tespit edilip en kısa zamanda koruyucu önlemler alınabilecektir.
Türkiye’deki kamu hayvan sağlığı hizmetlerinin örgütlenmesi konusu öyle tek bir yazıda anlatılacak kadar basit değildir. Mevcut durumun yenilenmesi en başta siyasi iradenin istemesine ve daha sonra da yasal mevzuatın tümüyle değiştirilmesine bağlıdır. Bizim yaptığımız böyle bir iradenin ortaya çıkmasını sağlamak adına önerilerde bulunmaktan ibarettir.