Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı kısa bir süre önce Milli
Tarım Projesini açıkladı. Kuşkusuz her proje başarılı ve yararlı olsun
diye hazırlanır. Ne var ki, bu tür geniş kapsamlı ve halkın
çoğunluğunu yakından ilgilendiren milli projelerin başarılı olamama
diye bir şansı yoktur. Yeter ki, proje hazırlanırken sadece Bakanlık
bürokratlarının değil de, Tarım ve Hayvancılık Sektörlerinin tüm
paydaşlarının görüşleri ve önerileri alınsın. İlk bakışta projede bu
olguya dikkat edilmediği ve aceleye getirildiği izlenimi uyanmaktadır.
Projenin tümü değerlendirildiğinde kimi olumlu yanları dışında büyük
ölçüde gerçekleşmesi zor hususları da içerdiği görülmektedir. Şimdi
bu projede belirtilen hususlara dair görüşlerimi sizlere sırasıyla ve
bölümler halinde aktarmaya çalışacağım.
Projede ele alınan ilk konu çoğu Doğu Anadolu’da yer alan 25
ilde “ Mera Hayvancılığı Yetiştirme Bölgeleri “ oluşturulacak
olmasıdır. Mera tanımı içerisine hiç kuşkusuz otlak, çayır, yaylak ve
kışlaklar da girmektedir. Mera hayvancılığı denince akla önce besi
hayvancılığı yani et üretimi gelir. Bu bağlamda, anılan bölgelerdeki
meraların ıslah edileceği ve bu meralarda yapılacak hayvancılığın
destekleneceği ileri sürülmektedir. Mera ıslahı konusu Türkiye’de
yaklaşık elli yıldan beri her iktidarın göreve geldiğinde vadettiği
ama ne yazık ki bir türlü gerçekleştiremediği bir konudur. Nitekim
2000-2014 yılları arasındaki 14 yılda meraların sadece 500 bin hektarı
ıslah edilebilmiştir ki bu rakam toplam mera alanlarının ancak otuzda
birini teşkil etmektedir.Kanımca mera ıslahı bu proje ile de
başarılamayacaktır. Çünkü Türkiye’deki meraların yüz ölçümü son yetmiş
dört yılda tarlaya dönüştürme, kiralama, aşırı otlatma, konut ya da
sanayi yatırımlarına açma, ormana dönüştürme gibi nedenlerle üçte bir
oranında azalmıştır. TUİK’in 2014 istatistiklerine göre halen mevcut
meraların toplam alanı 14.6 milyon hektar kadardır. Ancak Bakanlığın
tespitlerine göre ise mera alanların toplam yüz ölçümü 10.3 milyon
hektardır. Projenin ağırlıklı olarak uygulanacağı belirtilen Doğu
Anadolu Bölgesindeki mera alanları ise son 45 yılda 9 milyon hektardan
3.8 milyon hektara gerilemiştir. Türkiye mera alanlarının genişliği
açısından Dünyada 46. sıradadır. Son zamanlarda meraların tahrip
edilmesi süreci daha da hızlanmıştır. Mera Yönetmeliğinde yapılan bir
değişikliğe göre yirmi yıllık ot parasını Devlete ödeyen özel ya da
tüzel kişiler meraları kiralayıp üzerine konut bile yapabileceklerdir.
Bu değişiklikten önce de, 2006-2012 yılları arasındaki altı yıllık
dönemde 1.2 milyon hektar mera arazisi kiraya verilmiştir. Bu
arazilerde hayvancılık yapılıp yapılmadığı da bir soru işaretidir.
Ayrıca son çıkan Bütünşehir Yasasına göre mahalleye dönüştürülen
köylerdeki meraların akıbeti de meçhuldür. Çünkü bu yasa ile
mahallelerde hayvancılık yapmak zorlaşmıştır.
Mevcut meraların durumuna gelince, yıllardır süregelen ıslah
edilmeme ve aşırı otlatma gibi nedenlerden dolayı vasıflarını ve
besleyici özelliklerini iyice kaybetmişlerdir. Bu nedenle mevcut
meralar sadece ağız yapısı çok kısa otları koparmaya elverişli
koyunların yararlanacağı alanlar haline gelmiştir. Kısa otları
sığırların ağızları ile koparmaları mümkün olmadığına göre mevcut
meralarda büyük baş hayvan yetiştiriciliği yapılamayacak demektir.
Düzlük bölgelerde köylerin yakın çevresi hep tarım arazileri ile
kuşatıldığı için meralar uzakta, tepelik bölgelerde bulunmaktadır. Bu
nedenle, hayvanlar meraya ulaşmak için mecburen ekili alanlardan
geçmek zorunda kalmaktadır. Bu arada meraya giderken ekili alanlara
yanlışlıkla giren hayvanların sahiplerine Çiftçi Mallarını Koruma
Kanununa göre yüklü miktarda ceza kesilmektedir.
Meralar dışında; otlak, çayır ve yaylaklar da hayvancılık
bakımından önemli alanlardır. Özellikle projenin ağırlıklı olarak
uygulanacağı ve engebeli bir araziye sahip olan Doğu Anadolu
Bölgesinde hayvancılık daha çok yaylaklarda yapılmaktadır. Günümüzde
bu tür hayvancılık alanlarının da yılladır birikmiş sorunları
mevcuttur. Bunlar arasında yol, su ve elektrik sorunları başta
gelmektedir. Ayrıca, Orman ve Su İşleri Bakanlığı yaylaklarda yeni
orman alanları açmak adına çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar
sonunda yaylakların alanları daraldığı gibi, yaylaklarda keçi
yetiştirmek de zorlaşmaktadır.
Bu bölümde son söz olarak şunu söyleyebilirim ki, ileriki
bölümlerde ayrıntıları verilecek olan koyunculuğun sorunları
çözülmeden mera ıslahının yapılması boşuna zaman ve kaynak kaybına yol
açacaktır. Çünkü böyle giderse meralarda yapılabilecek tek hayvancılık
faaliyeti olan koyunculuk da maalesef on yıla kalmadan bitme noktasına
gelecektir.

İlk bölümde, Milli Tarım Projesinin mera hayvancılığını
geliştirme konusundaki hedeflerini incelemiştik. Anılan projede,
meraların ıslah edileceği ve ıslah edilen bu meralarda yapılacak
hayvancılığın Devlet tarafından destekleneceği ileri sürülmektedir. Bu
konudaki görüşlerimi; yıllardır bunca vaade ve uğraşa rağmen meraların
bir türlü ıslah edilemediği, yüz ölçümleri giderek küçülen mevcut
meraların çeşitli nedenlerle tahrip edilmesinden dolayı iyice
verimsizleştiği, sadece koyun ve keçilerin otlamasına elverişli hale
geldiği şeklinde ifade etmiştim. Bu bölümde ise konu ile yakından
bağlantılı olan ve projenin ana hedeflerinden birisini oluşturan
“Damızlık Koç ve Teke Üretim Merkezleri” konusundaki eleştirilerimi ve
önerilerimi dile getirmek istiyorum.
Türkiye’de koyunculuğun köklü bir geçmişi ve halk nazarında
yadsınamaz bir önemi vardır. Atalarımız “ Buğday ile koyun, gerisi
oyun” demişlerdir.Türklerin Orta Asya’dan göç etmelerinde koyunlarını
otlattıkları meraların kurumasının rol oynadığını ileri süren
tarihçiler vardır. Uzak sayılamayacak bir geçmişte Türkiye’deki koyun
sayıları ve koyunlardan elde edilen ürünlerin değerleri bir hayli
yüksek seviyede idi. Ne var ki, 1970′ lerden sonra koyunculuk hızla
gerilemeye başlamış ve bugün gelecek için hiç de ümit vaat etmeyen bir
seviyeye gelmiştir. Bu geriye gidişin nedenlerini kısaca şöyle
özetleyebiliriz. Türkiye’de koyunların neredeyse tamamı düşük verimli
yerli ırklardan oluşmaktadır. Bu nedenle koyunlardan elde edilen
verimler çok düşük düzeydedir. Koyunlardan elde edilen ürünlerin pazar
değerleri de olmadığından ancak düşük fiyatlara satılabilmektedir.
Koyun eti yıllardır sürdürülen menfi propagandalar nedeniyle halk
tarafından yeterince tüketilmemektedir. Koyun yünü, sun’i elyafın çok
ucuza ithal edilmesi yüzünden ya talep edilmemekte ya da çok düşük
fiyatlara satılmaktadır. Zaten düşük miktarda üretilen koyun sütü
büyük miktarda kuzulara içirilmekte, geriye kalanı ise mandıralarda
peynir üretiminde kullanılmaktadır. Yazımızın birinci bölümünde
belirtildiği gibi koyunculukta meralardan yararlanma oranı bir hayli
düşmüştür. Mera sorunu koyunculuğu olumsuz yönde etkilemektedir.
Koyunculukta çoban sorunu çok önemli boyutlara ulaşmıştır. Emeklilik
ve sağlık güvencesi olmayan, hırsızlıktan dolayı hayati tehlike
altında yedi gün yirmi dört saat çalışmak zorunda kalan, bu nedenle
de evlenecek bir kız bile bulamayan çobanlar bir bir mesleği terk
etmektedirler. Köy hayvancılığının bitmesinden dolayı genç insanlar
köylerden şehirlere göç ederek asgari ücretle de olsa bir iş bulup
sosyal güvenceye sahip olarak çalışmayı yeğlemektedirler. Köyde kalan
yaşlı kesim ise hayvancılığı, özellikle de zor bir iş olan koyunculuğu
bırakmaktadırlar. On yıla kalmadan köylerde koyunculuğun biteceğini
ileri süren görüşler mevcuttur. Aynı durum keçi yetiştiriciliği için
de söz konusudur. Keçiler meralardan gereğince yararlanamadıkları gibi
orman alanlarına girmeleri durumunda da ağır cezalarla karşı karşıya
kalmaktadırlar. Tüm bu olumsuz şartlara karşın koyunculuk ve keçicilik
Devletten de gerekli desteği görmemektedir. Yalnız son zamanlarda
entansif yani ağılda yetiştiriciliğe uygun Saanen başta olmak üzere
kimi ırkların Türkiye’ye gelmesi ve keçi sütünün koyun sütüne nazaran
daha yüksek fiyatlara alıcı bulması keçiciliği koyunculuğa göre daha
cazip hale getirmiş bulunmaktadır.
Şimdi, koyunculukta ve keçicilikte var olan mera, çoban,
ürün değersizliği, pazarlama eksikliği, genç nüfusun vazgeçmesi gibi
sorunlar apaçık ortada dururken koyunculuğu ve keçiciliği geliştirmek
adına sekiz ilde en az 250 başlık damızlık üretim işletmeleri kurulmak
istenmesi kanımca sonuç vermeyecek bir girişim olacaktır. Çünkü
koyunculuğun ve keçiciliğin ihtiyacı damızlık değil yukarıda sayılan
sorunların bir an önce çözümlenmesidir. Bu sorunlar çözülmediği sürece
damızlık üretiminin hiçbir önemi olmayacaktır. Tüm bunlara rağmen
Devlet damızlık koyun ve keçi üretmek istiyorsa işletme kurdurmasına
gerek yoktur. Çünkü şu anda Devlete bağlı Tarım İşletmelerinde bu işi
kolaylıkla yapılabilir. Bugün Devlete bağlı dokuz Tarım İşletmesinde
dokuz farklı ırka mensup 74.589 u anaç kadro olmak üzere toplam
180.156 baş koyun mevcuttur. Bu işletmeler sahip oldukları mera,
teknik eleman, fiziki alan ve canlı materyali akılcı bir yaklaşımla
kullanarak çok rahatlıkla damızlık koyun üretip halka destek yerine
hibe olarak verebilir.

Bu bölümde Milli Tarım Projesinin ana hedeflerinden birisi
olan “ Damızlık Gebe Düve Üretim Merkezleri “ kurulması konusunu ele
almak istiyorum. Projede, Türkiye’nin sığırcılığı gelişmiş 31 ilinde
en azı 500 başlık olmak üzere Gebe Düve Üretim Merkezleri kurulacağı
ve bu merkezlerin Devlet tarafından destekleneceği öngörülmektedir.
Destek programına göre dört aylığı kadar canlı kalabilmiş buzağılara
800 TL parasal destek; damızlık dişi buzağı alımı, ahır yapımı ya da
genişletilmesi, alet ve malzeme alımı için de %50 hibe desteği
verileceği belirtilmektedir. Çok iyi niyetlerle planlandığı kuşkusuz
olan bu girişimin yararları ve gerçekleşme aşamalarında yaşanacak
aksaklıklara ilişkin görüşlerim şu şekildedir.
Bir kere şunu baştan ortaya koymak gerekir ki bugün Türkiye’de
büyük bir kaliteli düve ve inek ihtiyacı vardır. Aile işletmeleri bu
ihtiyaçlarını Yurt içindeki kailitesiz yerli materyalden sağlamakta ise
de, özellikle büyük ve mega işletmeler kalitesiz yerli materyalden
ziyade Yurt dışından karşılama yoluna gitmektedirler. Nitekim, bu
amaçla Devlet belli bir hayvan sayısının üzerindeki işletmelere
damızlık gebe düve ve inek ithal etme yetkisi tanımaktadır. Pekiyi,
Türkiye’de kaliteli damızlık gebe düve ve inek açığı nasıl ortaya
çıkmıştır? Bu konuya girmeden önce, geçmişte Türkiye’de yaşanan sığır
ıslahı ve ithalatı ile ilgili tarihsel gelişmeleri iyi bilmek gerekir.
Cumhuriyetten sonra, İzmir İktisat Kongresinde
kararlaştırılan öz kaynaklara dayalı kalkınma ve sanayileşme hedefi
doğrultusunda sığırcılığın geliştirilmesi konusunda önemli adımlar
atılmış ve Yurt dışından ithal edilen Montofon ırkı boğalarla önce
Marmara Bölgesindeki yerli boz ırkı inekler sun’i tohumlama ve çevirme
melezlemesi yöntemleri kullanılarak ıslah edilmiştir. Bu çalışmalar
sonucunda Karacabey Esmeri adı verilen sütçü bir yerli ırk
oluşturulmuş ve bu ırk kurulan Haralar ve İnekhaneler vasıtasıyla
öteki bölgelere de yaygınlaştırılmıştır. Karacabey Esmeri ırkı sütçü
özelliğinin yanında, erkek buzağılarının hızlı canlı ağırlık artışı
kazanması nedeniyle etçi bir özellik de taşımaktaydı. Bu ırk
sayesinde, Türkiye sığırcılığı istikrarlı bir gelişme kaydetmiş, et ve
süt konusunda olsun, damızlık düve ve inek konusunda olsun bir sıkıntı
yaşanmamıştır. Ancak, 1970 lerin sonunda halkın alım gücünün artmasına
paralel olarak sayıları ve kapasiteleri çoğalan süt fabrikalarının da
teşviki ile Türkiye’de tamamen sütçü bir ırk olan Holştayn
yetiştiriciliği ve ithalatı süreci başlamıştır. Süt fabrikalarının
kapasitelerini daha da arttırmaları nispeten daha az süt veren Esmer
ırkın giderek yok olmasına buna karşılık Holştayn ırkının sayıca ve
verimce çoğalmasına neden olmuştur. Bugün baktığımızda kültür ırkı ve
melez inekler içerisinde Holştayn ırkının payı neredeyse %80 i
aşmıştır. Son zamanlarda sığırcılıkta kullanılmaya başlanan Simental
ırkının etkisi ve bakanlıkça baştan yasaklanmasına rağmen şimdilerde
serbest bırakılan Simental boğalarının spermaları ile Holştayn
ineklerin tohumlaması uygulaması belki Holştayn inek sayısın
azaltacaktır ama Simental inek sayısını artırmayacağı gibi ortaya ne
olduğu belirsiz bir yeni ırk çıkaracaktır. Bu gelişme sayesinde
günümüzde süt üretimi yıllık yirmi milyon tona yaklaşmaktadır. Ancak
bunun bir şekilde azaltılması gerekir. Çünkü süt üretimi ihtiyaçtan
fazla olduğu için yaklaşık iki yıldır çiğ süt fiyatları artmamakta,
ancak girdiler sürekli arttığından yetiştirici zarar etmektedir.
Bu açıklamalardan sonra projede ön görülen Damızlık Düve
İşletmelerinin kurulması konusuna gelmek istiyorum. Şu anda
sığırcılıkta bir kaliteli düve ihtiyacı olduğu kesindir. Bu ihtiyacın
Yurt dışından sağlanması da döviz kabı bir yana Türk sığır
yetiştiricisinin aleyhinedir. Mutlaka bu ihtiyacın Yurt içinden
sağlanması gerekir. Ancak, bu amaçlarla özel kişilere en az 500 başlık
Üretim Merkezleri kurdurmak baştan doğru bir karar gibi görünse de
sonuçta işler beklendiği gibi gitmeyebilir. Her şeyden önce Damızlık
Düve yetiştirmek normal bir sığır yetiştirmeye benzemez. Başlı başına
bir uzmanlık işidir. En başta anaç materyalin üstün bir genetik yapıya
sahip olması gerekir. Kullanılacak boğa spermasının üstün kalitede
olması şarttır. Ahır hijyeni, stres yönetimi, hayvan refahı, sürü
iyileştirme ve eşleşme programlarını da içeren sürü yönetimi
ilkelerine harfiyen uyulması gerekir. Kısacası bu iş teknoloji yoğun
ve bilgili insanların yapacağı bir iştir. Aslında Devletin bu
işletmeleri kurdurmasına da ihtiyaç yoktur. Çünkü Devletin elinde şu
anda 17 adet tarım işletmesi ve bu işletmelerde bulunan otuz bine
yakın Holştayn, Simental ve Esmer ırktan sığırlar mevcuttur. Devlet
özel kişilere kurduracağı damızlık düve işletmelerine milyonlarca
liralık destek vereceğine bu para ile kendisine bağlı Tarım
İşletmelerindeki anaç sığır, mera, teknik eleman, fiziki alt yapı,
malzeme olanaklarını da kullanarak rahatlıkla bilimsel anlamda düve
üretebilir ve bu düveleri nakdi destek ya da hibeler yerine bedelsiz
olarak yetiştiricilere dağıtabilir.
Milli Tarım Projesinde Türkiye’nin değişik bölgelerindeki sekiz ilde en az 250 baş kapasiteli “ Damızlık Manda Üretim Merkezleri ” kurulacağı ve bu amaçla yapılan fiziki ve canlı yatırımlara %50 hibe desteği verileceği ön görülmektedir. Bence, Projenin en can alıcı noktası ve en uygulanabilir yanı manda yetiştiriciliğine verilecek
destektir.
Mandanın ana vatanı Asya, özellikle de Hindistan’dır. Dünya
manda varlığının %97 si Asya’da, bunun da yaklaşık 105 milyonu
Hindistan’da bulunmaktadır. Hindistan’dan Türkiye’ye gelen manda,
oradan da Haçlı Seferleri ile Avrupa’ya gitmiştir. Avrupa’da başta
İtalya olmak üzere Romanya, Makedonya, Bulgaristan ve Yunanistan’da
manda yetiştiriciliği yapılmaktadır. Türkiye’de ise Afyon, Sivas,
Samsun, Çorum, Amasya ve Balıkesir illerinde manda bulunmaktadır.
Manda mevcudu geçmişte Türkiye’de önemli sayılara ulaşmış, 1970 de bir
milyonu aşmıştır. Ancak, sıtma eradikasyonu nedeniyle sulak alanların
kurutulmasından sonra sayıları giderek azalarak 2011 de 80 bine kadar
düşmüş, Devletin verdiği destekten sonra ise sayıca artan manda
varlığı Haziran 2016 da 141 bine yükselmiştir. Günümüzde Devlet Halk
Elinde Islah Desteği olarak manda başına 850 TL, Damızlığa Ayrılan
Manda Yavrusu Desteği olarak da malak başına 200 TL vermektedir. Bu
destekler gerçekten çok önemlidir ve Türkiye’de manda
yetiştiriciliğini teşvik etmektedir.
Mandalardan elde edilen ürünler günümüzde değer fiyatına
satılmaktadır. İnek sütü 1.15 TL iken manda sütü 3.5 TL ye kadar alıcı
bulabilmektedir. Manda eti sert olmasına karşın malak eti yumuşaktır.
Manda eti Afyon sucuklarına %30 oranında katılmaktadır. Manda sütü
inek sütü gibi sarı değil beyaz renklidir ve daha yüksek oranda yağ
içerir. Manda kaymağı beyaz renkli ve yağlı olduğu için halk
tarafından beğeni ile tüketilmektedir. Özellikle manda sütünden
üretilen mozerella peyniri çok rağbet görmektedir. Manda bulduğu her
şeyi yiyebilen kanaatkar bir hayvandır. Sığırların tüketemediği
selüloz oranı yüksek otları bile değerlendirip ete süte çevirir. Bu
nedenle de sığır yetiştiriciliğine nazaran daha ekonomiktir. Mandalar
aslında sulak alanları severler ama günümüzde aynı sığırlar gibi
ahırlarda yetiştirilmektedirler. Zaman içerisinde asabi yapıları da
kaybolmuş ve kolay yönetilir hale gelmişlerdir. Günümüzde, Afyon
Kocatepe Tarımsal Araştırma Enstitüsünde mandalar üzerinde
araştırmalar yapılmaktadır.
Başta da değinildiği gibi, Milli Tarım Projesinin
gerçekleştirilmesi en kolay ve akılcı hedefi manda yetiştiriciliğinin
geliştirilmesi ve teşvikidir. Bu bağlamda, manda sayısı yüksek illerde
“ Damızlık Manda Üretim İşletmeleri “ kurulması yararlı olacaktır. Bu
arada, yerli bir ırk olan Akdeniz Mandası yanında üstün verimli manda
ırklarının da yetiştiricilikte kullanılması gerekir. Halen manda
yetiştiriciliğinde az da olsa kullanılan sun’i tohumlama tekniğinden
daha yaygın olarak yararlanılması şarttır. Elde ıslah amaçlı
yetiştirilen ergin manda desteği 1000 TL’ye, malak desteği de 300 TL’
ye yükseltilmelidir. Halen Afyon Kocatepe Üniversitesinde manda
sütünden imal edilen Mozerella peynirinin üretiminin
yaygınlaştırılması ve Yurt dışına ihraç edilmesi için gerekli önlemler
alınmalıdır. Manda yetiştiriciliği ve ıslahı konularında yapılacak
araştırmalar teşvik edilmeli, bu alanda çalışan araştırma kurumlarına
yenileri eklenmelidir.
Milli Tarım Projesi konusunda yazdığım yazının bu bölümünde
projenin hedeflediği son birkaç konuyu topluca değerlendirmek ve bu
konulardaki görüşlerimi açıklamak istiyorum. Projede; ette kesim
standardına gidileceği, karkas sınıflandırması yapılacağı, anlık süt
kayıtlarının tutulacağı belirtilmektedir. Bu hususlardan ilk ikisi
yani kesim standardı ve karkas sınıflandırması özellikle besiciler
için son derece önemli konulardır. Ayrıca tüketiciye sunulacak etlerin
kalitesi hususunda da yararlı olacaktır. O nedenle her iki konu
hakkında da olumlu düşünmekteyim. Ancak anlık süt kayıt sisteminin
nasıl yapılacağı konusunda kuşkularım vardır. Aslında projede bu
konuda bir açıklık da yoktur. Türkiye çapında böylesi bir kayıt
siteminin kurulması bir yana sürdürülmesi de zordur. Ama bu kayıt
siteminin uygulanması halinde yararlı olacağı da kuşkusuzdur.
Projenin hedeflediği diğer bir konu da İşletme Danışmanlığıdır.
Projeye göre Türkiye’deki Tarım İşletmelerinin her birinde bir
Veteriner Hekimi, bir de Ziraat Mühendisi danışman olarak
görevlendirilecektir. Türkiye’de bugün yaklaşık 3 milyon Tarım
İşletmesi mevcuttur. Bu işletmelerin 2 milyonunda aynı zamanda
hayvancılık da yapılmaktadır. Türkiye’de günümüzde kamuda çalışan ve
Targel Projesinden gelenlerle birlikte yaklaşık 7.000 Veteriner Hekimi
mevcuttur. Bu rakamlara göre her bir Veteriner Hekimine yaklaşık 300
işletme düşmektedir. Hafta sonları tatilleri çıkarıldığında bir
Veteriner Hekimi yılda bir işletmeye bir gün bile gidemeyecektir.
Kısaca bir Veteriner Hekiminin 300 işletmeye danışmanlık yapabilmesi
asla mümkün değildir. Bu uygulama da daha önce yürütülen Targel
Projesinin akıbetine uğrayacaktır. Nitekim ilk uygulamalar da sistemin
başarısı konusunda ip uçları vermektedir. İşletme Danışmanı Veteriner
Hekimleri köylere gittiklerinde muhatap bulamamakta, kahvelerde vakit
geçirip iş yerlerine geri dönmektedirler. Ziraat Mühendisleri için bu
konu daha da büyük zorluklar içermektedir. Çünkü, bitkisel üretim
Batıda olduğu gibi büyük parsellerde değil, bölünmüş çok sayıda küçük
parselde yapılmaktadır. Bu kadar çok sayıda parselde danışmanlık
yapacak personel bulmak bir hayli zordur.

Projede öngörülen hastalıklardan ari bölgeler oluşturulması
hedefi doğrudur ve önemlidir. Türkiye’nin Trakya Bölgesi şu anda
hastalıktan arı bölgedir. Aynı zamanda Türkiye’den Avrupa’ya hastalık
girmesini önlemek amacıyla oluşturulan bir tampon bölgedir. Yeni
oluşturulacak hastalıktan ari tampon bölgelerin Doğu ve Güney Doğu
Anadolu Bölgelerinde kurulması şarttır. Çünkü Türkiye’ye hastalıklar
hep bu bölgelerimize sınır Irak , İran ve Suriye’den girmektedir. Son
zamanlarda özellikle Irak ve Suriye’de cereyan eden iç savaş bu girişi
daha da hızlandırmıştır. Onun için, bu bölgelerde kurulacak
hastalıklardan ari tampon bölgelerde acil hastalık uyarı sistemini,
erken teşhisi sağlayacak mobil laboratuar hizmetini ve etkin koruyucu
aşılama uygulamasını içeren bir hayvan sağlığı örgütlenmesine
gidilmelidir. Projede öngörülen karantina ve dinlendirme bölgeleri
Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerinin çıkışındaki kara yolları
üzerinde oluşturulmalı, buralarda nakledilen hayvanların veteriner
sağlık raporlarına bakılmalı, bunun da yetmediği durumlarda hayvanlar
Veteriner Hekimleri tarafından muayene edilip hastalık şüphesi olanlar
karantinaya alınmalıdır. Ayrıca Türkiye’nin her yerindeki kara
yollarında hayvan nakli yapan kamyonlar trafik polisleri tarafından
durdurulup veteriner sağlık raporu kontrolleri yapılmalıdır.
Sonuç olarak, Milli Tarım Projesinin başarı ile uygulanması
için iki konuya mutlaka önem verilmesi gerekir. Bunlardan birincisi
hastalık konusudur. Türkiye hayvancılığında hastalıklar yıllardır
büyük sorun oluşturmaktadır. Zaman zaman ortaya çıkan salgınlar
hayvancılığı olumsuz olarak etkilemektedir. Bugün hayvanlarımızın
yarıya yakını bulaşıcı brusella ve tüberküloz hastalıklarına
yakalanmış durumdadır. Ara sıra ortaya çıkan şap hastalığı salgını
hayvanlarımızın verimlerini azaltmakta ve önemli ölçüde buzağı
kayıplarına yol açmaktadır. O nedenle Türkiye’de hayvan hastalıkları
ortadan kaldırılmadıkça en iyi proje bile yapılsa başarılı olma
olasılığı yoktur. İkinci önemli konu da yetersiz beslenmedir. Bugün
Türkiye’de 15 milyon ton kaba yem, 5 milyon ton da kesif yem açığı
vardır. Hayvanlar yetersiz beslendikleri hatta aç kaldıkları için
büyük bir enerji açığı ortaya çıkmakta ve bunun sonucu olarak da süt
verimi düşüklüğü ve buzağı veriminde aksaklıklar ortaya çıkmaktadır. O
nedenle, hayvancılıkta beslenme sorunu çözülmedikçe yani hayvanlar
açlıktan kurtarılmadıkça yapılacak her proje başarısız olmaya
mahkumdur.