Beş yıl gibi uzun ve zorlu bir süreçte veteriner fakültesini yoksulluklar içerisinde okuyarak ilk on arasında bitirmiş ve 30 Eylül 1970 günü mezun olmuştum. Tarım Bakanlığından burslu olduğum için hemen Ankara Veteriner Müdürlüğüne tayinim çıktı ve 1 Ekim 1970 günü de o zaman için çok iyi bir para olan 1104 TL maaşımı aldım. Aslında o yıllarda üniversite mezunu yeni işe başlamış bir memurun Devletteki maaşı 500 lira civarındaydı. Ancak Balıkesir Senatörü Veteriner Hekimi Hasan Ali Türker meclisten veteriner hekimleri için 1000 lira tazminat çıkarttığı için bizim maaşımız öteki devlet memurlarına göre fazlaydı. Hatta veteriner hekimler ilçe kaymakamından, veteriner müdürleri de il valisinden daha yüksek maaş alıyorlardı. Maaş alırken dönemin Oda Başkanı rahmetli Mehmet Hatipoğlu beni odaya kaydetti ve yıllık 12 lira olan aidatı da hemen kesti. Böylece hem Devlet memuru hem de oda üyesi oluyordum. Çocuk yaşta kaybettiğim babamın yokluğunda rahmetli annemin dul ve yetim maaşıyla geçirdiğim çok zor ve meşakkatli günlerden sonra elim para görmüş ve yoksulluk günlerim sona ermişti. Maaşımı aldığım gibi hemen eve koştum ve paranın tümünü anneme verdim.
Aradan bir süre geçtikten sonra Veteriner İşleri Genel Müdürlüğünde kura çekimi oldu. Ben katılamadığım için yerime bir arkadaşım Urfa’yı çekmişti. O arada ben asistanlık sınavına girmiş ve kazanmıştım. Ancak tayinimin çıkması için belli bir süre geçmesi gerekiyordu. Bunu bilen ve kurada Sivas’ı çeken bir arkadaşım becayiş yapmayı rica etti. Benim de işime geliyordu. Çünkü annem Ankara’da yalnız olduğu ve Sivas’ta Ankara’ya yakın olduğu için hafta sonları gidip gelmem kolay olacaktı. Sivas Veteriner Müdürüne telefon açıp asistanlığa atanma işleri ile uğraşmak üzere on beş gün izin talebinde bulundum. Müdür talebimi uygun karşıladı ancak öncelikle Sivas’a gelip göreve başlamamı daha sonra bana izin verebileceğini söyledi. Ben de ertesi günü otobüs ile Sivas’a hareket ettim. 1970 yılında bugün olduğu gibi duble yollar ve son model mercedes otobüsler yoktu. Yollar bugünkü yolların tek bir şeridi genişliğinde idi ve gidiş geliş yönlüydü. Ayrıca Ekim ayının ortalarında olmamıza rağmen özellikle yol üzerinde bulunan Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesinde yoğun bir kar vardı. Sonraki zamanlarda her Ankara yolculuğumda Akdağmadeni’nde yoğun kar ve aşırı soğukla karşılaştım. Hatta hava öyle soğuk oluyordu ki bazen dinlenme tesisinde otobüsten inemiyordum. İleride bahsedeceğim Sivas’ın Gemerek ve Yozgat’ın Akdağmadeni ilçeleri kadar soğuk yerler hayatımda görmedim. Otobüsler o yılların gözde markası Magirus marka idi. Otobüs 70-80 kilometreden fazla hız yapamıyordu. Doğru dürüst kaloriferi de yanmıyor, otobüste soğuktan oturulmuyordu. Neyse salimen Sivas’a geldim ve merkezde otobüsten indim. Vakit geç olduğu için o gece bir otelde gecelemeyi, ertesi gün veteriner müdürlüğüne gitmeyi düşündüm ve hemen otel aramaya koyuldum. Gözüme Turistik Otel tabelası ilişti. Hemen içeri girdim ve resepsiyondaki görevliye boş yer olup olmadığını sordum. Boş yer olduğunu öğrenince bir oda tuttum. Otel bugünkü şartlara göre dört ya da beş yıldızlı modern bir oteldi. Oda fiyatı da bir hayli pahalı idi. Ancak ben o zamana göre çok fazla aylık aldığım ve sadece bir gün kalacağım için fiyat gözüme görünmedi. Oda temiz ve her şeyden önce kaloriferli olduğu için de sıcacıktı. Sıcak bir duş aldıktan sonra otelin restoranında kendime mükellef bir ziyafet çektim. O yıllarda televizyon falan olmadığından ve yorgunluktan erkenden yattım. Sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yaptıktan sonra resepsiyona veteriner müdürlüğünün yerini sorup dışarı çıktım. Hava bir hayli soğuktu. Sivas o yıllarda küçük bir il idi. İpek yolu üzerinde olması Sivas’ı tarihi eserler bakımından zenginleştirmişti. Başta Çifte Minareli Medrese ve Ulu Cami olmak üzere Sivas’taki tarihi eserler daha çok Selçuklu’lara aitti. Sivas’ın merkezinde Cumhuriyet Meydanı vardı. Bu meydanın çevresinde Valilik, Orduevi ve Sivas Kongresinin yapıldı eski okul binası yer alıyordu. Meydanda bir de Belediye Pasajı adlı bir bina vardı. Veteriner müdürlüğü otele çok yakın olan bu pasajın zeminin üzerindeki birinci katında bulunuyordu. Altta ise lokanta, pastane ve kahvehane yer alıyordu. Neyse çok kısa bir aramadan sonra veteriner müdürlüğünü buldum ve müdürün odasına yöneldim. O tarihte veteriner müdürü benim doğduğum yıl olan 1949 da Ankara Veteriner Fakültesini bitiren rahmeti Mustafa Kır idi. Mustafa Kır uzun boylu ve çok esmer bir kişi idi. Sonradan öğrendim ki, Mustafa Kır Sivas’ta çok sevilip sayılan ve mesleğimizi çok iyi temsil eden birisiydi. Başta Vali ve Garnizon Komutanı General ile çok yakın ilişkileri olan Mustafa Kır zaman zaman Vali şehir dışında iken Vali vekilliği bile yapıyordu. Veteriner müdürlüğünün olduğu binada veteriner başmüdürlüğü de bulunuyordu. O yıllarda belli bölgelerde başmüdürlükler kurulmuştu. Başmüdürlüklerin uygulayıcı bir fonksiyonu olmayıp sadece bağlı illerdeki veteriner teşkilatını denetleme yetkisi vardı. Başmüdür Turan Söylemezoğlu adında Sivas’ın köklü ailelerinden birine mensup bir kişi idi. Genellikle bağlı il ve ilçeleri dolaşır, Sivas’ta olduğu zamanlarda ise pek fazla işi olmadığı için bizlerin yanına gelir, sohbet eder, çay içerdi. Sivas’ta Veteriner Müdür Muavini Ali Uğurtekin adında Söğüt’lü, Osmanlı soyundan gelme , uzun boylu, iri yarı bir veteriner hekimi idi. Daha sonraları Ankara’da genel müdürlükte görev yapan Ali Uğurtekin ile çok yakın bir abi kardeş ilişkimiz oluşmuştu. Müdür ve müdür muavini dışında müdürlükte karı koca olan Necdet Güzel ve Tülin Güzel veteriner hekimi olarak görev yapıyordu. Necdet Güzel sonradan Ankara Veteriner Fakültesine geçip profesörlüğe kadar yükseldi ve tayin olduğu Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Veteriner Fakültesinde dekanlık görevinde bulundu. Ben müdürlükteki üçüncü veteriner hekimi oluyordum. Hayvan sağlık memuru olarak da o tarihte bize göre bayağı yaşlı olan Osman Bey ile Akgün Bey ve Nabi Bey adlı kişiler görevli idi. Nabi bey rahatsız olduğu için pek göreve çıkmaz biz müdürlükte olduğumuzda genellikle yanımızda oturur, çay içerdi. Rahatsızlığının nedeni At Vebası aşılamasında göğsünün ortasına yediği at nalı izinden dolayı idi. Zaman zaman yakasını açar, izi gösterir ve izi ile gurur duyduğunu söylerdi. Teknik personelin dışında sekreterlik görevi yapan Ahmet adında bir kişi vardı. Müdür beni çok iyi karşıladı. Hal hatırdan sonra gece hangi otelde kaldığımı sordu. Ben de Turistik Otel deyince, orada nasıl kaldın, zengin birisin herhalde dedi. Müdür beni göreve başlattı, on beş gün izin verdi, çalışanlarla tanıştırdı. Akşama kadar müdürlükte kaldım ve gece kalkan otobüsle Ankara’ya hareket ettim.
On beş gün izinliydim. Cebimde de hiç olmadığı kadar param vardı. Öncelikle fakülteye gidip tayinim konusunda bilgi sahibi oldum. Anladığım kadarıyla on beş gün tayinimin çıkması için yeterli bir süre değildi. Ankara’da fakültede beş yıl boyunca okuduğum yoğun derslerin ve en son girdiğim mezuniyet sınavlarının yorgunluğunu çıkarmak adına bol bol dinlendim. Ailem ile daha çok birlikte olmaya çalıştım. Arkadaşlarımla buluşup Kızılay’da bol bol volta attım. Her sayılı gün gibi iznin de sonu gelmişti. Sivas’a ne kadar süreceğini bilmediğim bir yol görünmüştü. En az bir ay kalacağımı düşünerek gerekli hazırlıkları yaptım. Bir sabah Ankara’nın Tren Garı yanındaki eski garajından kalkan bir otobüs ile Sivas’a hareket ettim. Otobüs yine eski modeldi ve kaloriferi yanmıyordu. Ekim ayı sonunda paltoma sarılıp o günlerde altı yedi saat süren yolculuğa başladım. Sivas’a gelince yine merkezde indim ve otel aramaya başladım. Ekim ayı başında aldığım maaş suyunu çekmişti. Kendime uzun süre kalabileceğim daha ucuz bir otel aradım ve merkezdeki Belediye Otelini buldum. Belediye oteli Sivas’a ilk geldiğimde kaldığım Turistik Otele göre daha mütevazı ve ucuz idi. Ancak rahattı ve kaloriferi de iyi yanıyordu. Aynı zamanda veteriner müdürlüğüne de çok yakındı. Mesai bittiği için ertesi gün daireye gitmek üzere otele yakın Selçuk Lokantasında kendime bir ziyafet çektikten sonra dinlenmeye çekildim. Dışarı çok soğuk olduğu için otelden çıkmak istemedim. O günlerde televizyon da olmadığı için ve yorgunluğun da etkisiyle erkenden yattım. Ertesi gün sabah erkenden kalkıp tıraş ve banyodan sonra giyindim, otelde kahvaltı yaptıktan sonra daireye gitmek üzere yola çıktım. Önceden de söylediğim gibi otel daireye çok yakındı. Daireye vardığımda Müdür Bey henüz gelmemişti, ben de Müdür Yardımcısı Ali Uğurtekin’in yanına gittim. Ali bey beni çok iyi karşıladı, kahve ısmarladı. Bir süre sonra Müdür Mustafa Kır’da geldi ve Ali Beyin odasında hep birlikte sohbete başladık. Tayinimi, ne zaman geldiğimi, nerede kaldığımı sordular. Çaylar da içildikten sonra ben Ali Bey’in odasından ayrıldım ve hemen karşıdaki veteriner hekim odasına geçtim. Bu odada Necdet Güzel ve eşi Tülin Güzel beni karşıladı. Necdet Bey kıdemli veteriner hekimi olarak bana oturacağım masayı gösterdi. Odada toplam dört masa bulunuyordu. Bizim dışımızda bir masa boştu. Bu arada geldiğimi duyan sağlık memurları ve diğer personel odaya gelerek bana hoş geldin dediler. Ankara’dan bazı kitaplarımı getirmiştim ama ilk gün daireye gelirken onları yanıma almamıştım. O nedenle odada bulunan dergileri ve kitapları okumaya koyuldum. Tabii memuriyetimin ilk günü olduğu için masada oturmak bana garip geliyordu. Bu arada Necdet Güzele dairenin nasıl çalıştığını, benim neler yapmam gerektiğini, hangi hastalıkların görüldüğünü, hangi ilaçların kullanıldığını sordum. Ondan gerekli bilgileri aldıktan sonra kendime bir yol haritası çizdim. Fakülteyi ilk on arasında bitirdiğim halde büyük ölçüde bir uygulama eksiğim vardı. Söylenen hastalıkların ve ilaçların bir bölümünün adlarını hiç duymamıştım. O günü ziyaretlerle ve planlama ile geçirdikten sonra mesai bitiminde daireden çıkıp Sivas’ı biraz dolaştıktan sonra yemek için tekrar Selçuk Lokantasına geldim. O yıllarda Sivas’ta iki büyük cadde vardı. Birisi Cumhuriyet Meydanından tren garına giden cadde, diğeri de Cumhuriyet Meydanından otobüs garajına giden cadde idi. Selçuk Lokantası ve üzerindeki Selçuk Oteli, Belediye Oteli ve Postane Garaj caddesi üzerindeydi. Ayrıca, postaneyi geçince sola dönülen sokakta meşhur Madımak Lokantası vardı. Yakılan meşhur Madımak Oteli o yıllarda yoktu. Sonraları lokantanın yanına yapıldığını duymuştum. Sokağın caddeyi kestiği köşedeki binanın en üst katında ise Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) lokali yer alıyordu. İstasyon caddesi üzerinde ise Çifte Minareli Cami, evler ve kapalı sinema bulunmaktaydı. Sivas İstasyonu o tarihlerde T.C.D.D’nin önemli bir merkezi idi. İstasyonda cer atölyeleri ve vagon fabrikası yer alıyordu. Bu arada Kasım ayı gelmiş, ancak maaşımı alamamıştım. O yıllarda maaşlar şimdi olduğu gibi ayın ortasında değil başında alınıyordu. Nedenini sorduğumda kadromun henüz gelmediği söylendi. Sivas’ta parasız kalmıştım. İlk işim daha ucuz bir otele taşınmak oldu. Yeni taşındığım Sivas Palas oteli garaja giden cadde üzerinde idi. Kalorifersiz olan bu otelin ikinci katında, ortadaki sofada bir soba yanıyor, sofanın etrafındaki odalar bu soba vasıtasıyla ısınıyordu. Kasım ayı dikkate alındığında gece odaların kapısı kapandığında soğuğun ne denli fazla olduğunu anlatmaya gerek kalmaz sanırım.
Daireye yavaş yavaş alışmaya başlamıştım. Yaptığımız işlerin başında köylere aşıya gitmek geliyordu. Özellikle köylerdeki koyunları çiçek, enterotoksemi ve nekrozan hepatit hastalıklarına karşı aşılıyorduk. Koyunlar meraya çıkmadan köye yetişebilmek adına genellikle bir veteriner hekim, bir sağlık memuru sabah çok erken saatte dairenin jeep’i ile yola çıkıyorduk. O zaman bırakın köy yollarını şehirlerarası yollar bile doğru dürüst değildi. Daha doğrusu çoğu köylere yol yoktu, sadece arabaların tarlada izi takip ediliyordu. Köye varınca hemen işe koyuluyor, ağılın kapısının önündeki bir taşın üzerindeki mindere oturup çobanlar tarafından önümüze getirilen koyunları aşılıyorduk. Öğlen olunca işi bırakıyor ve bir sürü sahibinin misafiri olarak yemeğe davet ediliyorduk. O devirde köylüler çocuklarına yedirmedikleri yiyecekleri misafir olduğumuz için bizim önümüze koyuyorlardı. Yemeği takiben çaylar içildikten sonra tekrar işe başlıyor ve köyün tüm koyunları aşılanana kadar çalışıyorduk. İşimiz bitince de paramızı alıp köyden ayrılıyorduk. Parası olmayan köylüler bize yumurta, meyve gibi şeyler de verebiliyordu. O dönemde koyun başına 20 kuruş olan aşı parası sayı çok olduğunda önemli bir meblağ tutuyordu. Hatta ben maaşımı alamadığım için aşıdan aldığım paraları hem kendi geçimim için kullanıyor, hem de Ankara’daki anneme gönderiyordum. Bu arada başımıza ilginç olaylar da geliyordu. Bir defasında sabah erkenden vardığımız köyde aşıyı Sivas’ta unuttuğumuzu fark ettik. Epey bir bekledikten sonra yakın bir ilçeden gelen aşı ile çalışmaya başladık. Bir gün yine koyunları aşılamak üzere gideceğimiz köye tam varacağımız sırada şoför “ bu köyün muhtarını müdür odasından kovdu, muhtarda müdüre sizin hiçbir memurunuzu köye sokmayacağım dedi” diye söyledi. Köye girer girmez doğruca muhtarın evine yönelip kendisine seslendim. Muhtar evden çıkıp bizi görünce suratı biraz asıldı ama Allah’tan ters bir şey yapmadan çalışmamıza imkan verdi. Bir sefer de Sivas’ın yakın bir İlçesi olan Hafik’e giderken arabamız kara saplandı. Bu arada kurtulalım derken arabanın mazotu bitti. O zaman şimdiki gibi cep telefonu olmadığından kimseye haber veremeyip sonumuzu beklerken arkadan birkaç jandarma eri ve bir çavuşun gelmekte olduğunu gördük. Meğerse köy tepenin hemen ardında imiş. Jandarmaların yardımıyla köye sağ salim ulaşıp köy odasında yanan sobanın başında güzelce bir ısındık.
Dairede olduğumuz zaman genellikle üreticilerin başvurularını karşılamaya çalışıyorduk. Örneğin, bir üretici yem çuvalının içine ölen koyunun tüm organlarını dolduruyor ve bir nevi otopsi yaptırmak için bize getiriyordu. Ben fakültede otopsi uygulamalarımız olduğu halde başlangıçta iç organların bakısından bir şey anlamıyor ve Necdet Güzel’e soruyordum. Bir keresinde, karaciğer üzerindeki etrafı beyaz hareli yuvarlak oluşumların karaciğer kelebeğinden meydana gelen nekrozan hepatitis hastalığının belirtisi olduğunu öğrenmiştim. Nitekim karaciğeri kestiğimizde tüm safra kanallarının karaciğer kelebeği paraziti ile dolu olduğunu görmüştük. Organların dış bakısına göre üreticiye reçete yazıyorduk. Bazen de vatandaş hiçbir şey getirmiyor, daireye sadece koyunlarında gördüğü hastalıkları teşhis etmemiz için geliyordu. Bu sırada da genellikle hastalık belirtilerin söylüyor ve bizden ilaç vermemizi istiyordu. İlk gittiğim günlerin birinde bir vatandaş geldi ve koyunlarının ötürdüğünü ve öksürdüğünü söyledi. Öksürüğü anladım ama ötürüğü anlamamıştım. Aynı odada oturduğumuz Necdet Güzel’e sordum ötürmenin ishal olduğunu söyledi. Bunun üzerine koyunlarda mide barsak kıl kurdu olduğunu anlamıştım, İlacının da Nilverm olduğunu biliyordum. Ancak ilacı hastaya nasıl tarif edeceğimi bilmiyordum. İlaç daha önce elime geçse en azından prospektüsü okur ve ona göre ilacı tarif ederdim. Vatandaşa acil bir işim var, sen aşağıdaki kahvede benden bir çay iç sonra gelirsin reçeteyi yazarım dedim. Biz fakültede ilaç dozlarının hep canlı ağırlığa göre hesaplanması gerektiğini öğrenmiştik. Koyunun canlı ağırlığı aşağı yukarı belliydi ama ilacın nasıl verileceğini bilmiyordum. Hemen yine Necdet Güzele sordum. O da bana, “ Nilverm Yenice Sigarası paketine benzer bir kutu içindeki torbada bulunan beyaz renkli toz bir ilaçtır. Her paket altı koyun içindir. Bir kaba altı çay bardağı su konur, üstüne torbadaki toz ilaç dökülür. İyice karıştırıldıktan sonra her bir koyuna ilaçlı sudan bir çay bardağı içirilir “ diye tarif etti. Birazdan vatandaş geldi, hemen reçetesini yazdım ve aynen Necdet Güzelin tarifi gibi anlattım. Şimdi bu iki konuyu ayrıntılarıyla anlatmamın bir nedeni var. Ben Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesinde, Yüksek Ziraat Enstitüsü’ndeki Alman hocaların yanında yetişen ve her alanda sayıları bir ikiyi geçmeyen çok kıymetli hocalardan dersler alarak fakülteyi ilk on öğrenci arasında başarı ile bitirmiştim. Bu arada klinik uygulamaları kapsamında çok sayıda otopsi uygulamasına katılmıştım. Hele Aslan Hoca diye andığımız Prof.Dr.Hasan Şükrü Oytun bize parazitoloji dersini fakülte tarihinde ilk defa ara vizeler de yaparak çok iyi öğretmişti. Ama maalesef fakülte teorisi ve uygulaması ile sahadaki gerçekler biri birine uymuyordu. Onun için de veteriner hekimliği her zaman usta çırak ilişkisine dayalı bir zanaat olarak tarif edilmektedir. Ben de kısa süreli teşkilat yaşamımda ustalarımdan çok şeyler öğrendim. Bu olaylar bana bir ders olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden hastalıklara karşı kullanılan ve eczanelerde mevcut olan ilaçların bir dökümünü çıkardım. Zaten o yıllarda eczanelerde toplasan en fazla yirmi veteriner preparatı satılıyordu. Karşılarına pratik olarak kullanımlarını yazdım. Böylece gelen vatandaşlara kimseye sormadan ilaç tavsiye ediyor ve tarifini de verebiliyordum. Bazen de fakültede edindiğim pratik bilgiler işime yarıyor hatta sansasyon bile yaratıyordu. Bir keresinde daireye getirilen ölmüş koyun iç organlarında mikroskobik muayene yapmak istedim. Ancak, dairede laboratuvarı bırakın bir mikroskop bile yoktu. Sekreter Ahmet Beye sorduğumda ambarda bazı aletlerin olabileceğini söyledi. Birlikte ambara girip araştırdığımızda küçük bir mikroskop ile muayenede kullanılacak lam ve lamellerin olduğunu gördük. Hemen onlar yukarı çıkarıp dairedeki çay ocağındaki boş bir masa üzerine koydum ve temizleyip çalışır vaziyete getirdim. Bir gün daireye getirilen ölmüş koyun karaciğerinden bir kan frotisi yapıp yine ambarda bulduğum ama ne olduğunu bilmediğim boyalarla boyadım. Preparatı mikroskobun altına koyup baktığımda hazine bulmuşa döndüm. Gözlerimin önünde kitaplarda gördüğüm şarbon mikrobu duruyordu. Bu haber dairede duyulduğunda başta başmüdür olmak üzere tüm veteriner hekimleri, hayvan sağlık memurları hatta personel sıraya girip mikroskoptaki şarbon mikrobunu incelemişlerdi. Bu olay benim prestijimi bir hayli yükseltmişti. Herkes yeni yetişen genç veteriner hekimlerin ne denli donanımlı olduğunu söylüyordu. Şimdi elli yıl sonrasına gelip baktığımızda insan hekimliğinde kullanılan laboratuvar ve görüntüleme yöntemlerinden çoğunun veteriner hekimliğinde de kullanıldığını görünce mesleğimizde ne denli büyük değişikliklerin yaşandığını yakından görüyor. Hayvan aşılamaları konusunda yaşadığım iki anımı daha anlatmadan geçemeyeceğim. Bir defasında daireye kelli felli, takım elbiseli, saçları dökülmüş birisi geldi ve doğruca müdürün odasına girdi. Bir süre sonra müdür beni çağırdı ve gelen kişi ile tanıştırdı. Gelen kişi devlet hastanesi başhekimi bir operatör doktor idi. Doktor Sivas merkezde besicilik yapıyor ve bizden sığırlarını o sırada yaygın olarak seyreden sığır vebasına karşı aşılamamızı istiyordu. Müdür benden doktor ile gidip aşıları yapmamı istedi. Ben de hemen hazırlıklarımı yaptım. Doktor arabası ile beni şehrin içindeki besi ahırına götürdü. Ahırın içine girdiğimde göz gözü görmüyordu ve içeri de yoğun bir amonyak kokusu vardı. Bir de çok sayıda hayvan küçük bir ahıra konduğu için aralarından geçip aşı yapmak çok zordu. Neyse, tüm zorluklara karşın aşılamaları yapıp üstüm başım pislik içinde daireye döndüm. Doktora işin doğrusunu tarif ettim ise de bir süre sonra yeniden gittiğimde aynı şekilde olduğunu görmüş ve doktora bayağı serzenişte bulunmuştum. Bir defasında da müdür yardımcısı Ali Uğurtekin Ulaş Devlet Üretme Çiftliğine tavuklara pullorum aşısı yapmak üzere gideceğimizi ve hazırlık yapmamı istedi. Ertesi günü dairenin jeep’i ile Ulaş’a hareket ettik. Ulaş o tarihlerde Sivas’ın bir beldesi idi ve yakınında bulunan ve aynı adla anılan gölü ile tanınıyordu. Ulaş’a vardık ve o gün içinde aşılamaları tamamladık. O tarihlerde güreş milli takımı Ulaş Devlet Üretme Çiftliği’ne kamp yapıyordu. Güreşçiler için her gün bir koyun kesildiği söylenmişti. Ertesi gün Ali Bey Ulaş Gölü’ne ördek avlamaya gideceğimizi söyledi. Dairenin arabasına çiftlikten iki kişi daha alarak göle geldik ve bir toprak birikintisinin önünde durduk. Ali Bey bu birikintinin aslında ufak bir oda olduğunu ve güme adıyla anıldığını söyledi. Nitekim daracık bir kapıdan içeri girdiğimizde altına hayvan altlığı olan saplar serilmiş ve duvarlarında ufak mazgal delikleri olan bir odacık ile karşılaştık. Avcılar geceleri bu gümede hem mangal keyfi yapıyorlar, hem de göle bıraktıkları maket ördekler ve teypten yayınladıkları ördek sesi ile erkek ördeklerin ay ışığında göle inmelerini sağlıyorlar ve mazgal deliklerinden çıkardıkları tüfekleri ile avlıyorlarmış. Avladıkları ördekleri de mangalda kızartıp yiyorlarmış. Biz gündüz olduğu için epey zaman bekledik fakat ördekler göle inmedikleri için de avlanamayarak döndük.
Bu arada biraz da özel hayatıma döneyim. Hemen her hafta sonu akşam sekiz otobüsü ile Ankara’ya gidiyor, Aydınlıkevler’de inip evime ulaşıyordum. Hafta sonu hem ailemle vakit geçiriyor hem de rahmetli annemin özel olarak hazırladığı yemekleri yiyordum. Ayrıca da yanımda getirdiğim kirli çamaşırlar yıkanıp ütüleniyordu. Hafta sonları arkadaşlarla buluşmak ve Kızılay’da Piknik’te sosisli sandviç yiyip Arjantin bira içmek çok hoşuma gidiyordu. Bu arada bazen Perşembe gününden Ankara’ya gidip asistanlık tayin işimi ve kadro durumumu araştırıyordum. Asistanlık tayin işi bazı bürokratik işlemlerden dolayı uzuyordu. Kadro konusunda ise Sayıştay’ın vizesi gerekiyordu. Ben her defasında veteriner hekim kadrosunu soruyor ve benim adıma kadro olmadığı cevabını alıyordum. Sonra bir tanıdık vasıtasıyla araştırdığımda bizim mezun olduğumuzda veteriner hekim değil muavin veteriner kadrosuna atandığımızı öğrendim. Nitekim tanıdık hemen kadromu vizeletip Sivas’a gönderdi ve ben de iki aylık maaşımı alıp sıkıntıdan kurtulmuş oldum. Bu arada Sivas’ta Çifte Minareli Cami yanındaki müzeye asistan olarak atanan Kemal adında arkeolog bir arkadaşla tanıştım. Sonra onunla Ender Otel’de bir odada beraber kalmaya başladık. Ender Oteli daha önce kaldığım Sivas Palas Oteli’ne göre hem daha lükstü hem de kaloriferli idi. Akşamları genelde Kemal’in müzedeki tarihi ofisinde vakit geçiriyor, arada sırada da TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) lokaline gidip günlük gazeteleri okuyor, yemek yiyor, bazen de oyun seyrediyorduk. Sabahları otelin altındaki kahvaltı salonunda saf bal, saf tere yağ, kaymak, çay ve taze sıkılmış portakal suyundan oluşan mükellef bir kahvaltı yapıyor ve işe öyle başlıyorduk. Akşamları genelde Selçuk Lokantasında yemek yiyor, arada bir misafir geldiğinde ya da maaş aldığımızda sonradan yerine yakılan ve içinde çok sayıda sanatçının öldüğü Madımak lokantasına gidiyorduk. Bir süre sonra Sivas’a Aşkın Berker adında benim Yenimahalle’den ve fakülteden tanıdığım, devre olarak bizden eski olmasına rağmen benden sonra mezun olan bir veteriner hekimi arkadaş atandı. Böylece dairede dört veteriner hekimi olduk. Bu arada üzüntü ile belirtmem gerekir ki Sivas’ta birlikte çalıştığımız meslektaşlarım Başmüdür Turan Söylemezoğlu, Müdür Mustafa Kır, Müdür Yardımcısı Ali Uğurtekin, veteriner hekimi Necdet Güzel ve veteriner hekimi Aşkın Berker şu anda hayatta değiller. Veteriner Hekimi Tülin Güzel’in yaşayıp yaşamadığı konusunda da bir bilgi sahibi olamadım. Sağlık memurlarından da Osman ve Nabi beylerin vefat ettiğini Akgün beyin de hayatta olup Bursa’da yaşadığını ve kızının da Bursa Veteriner Fakültesinde öğretim üyesi olduğunu duydum. Aşkın Berker göreve başlayınca hemen onu da Kemal ile birlikte kaldığımız otel odasına aldık. Ancak bir süre sonra üç kişi kalmanın zorluklarını yaşayınca Aşkın ile ikimiz Sivas’ın önemli otellerinden olan ve altında da aynı adla anılan lokantası bulunan Selçuk Otele taşındık. Selçuk Otel Cumhuriyet meydanından Garaja giden cadde üzerinde idi. Sabah kalkınca Ender Otelinin altındaki kahvaltıcıda kahvaltı yapıp ondan sonra daireye gidiyorduk. Akşamları ise daireden çıkınca hava çok soğuk olduğundan şehirde kısa bir tur atıp bakkaldan yiyecek bir şeyler aldıktan sonra doğru otel odasına geliyor, pijamalarımızı giyip elimizi ayağımızı yıkadıktan sonra aldığımız yiyecekleri yiyor ve o dönemde televizyon olmadığı için erkenden yatıyorduk.
Dairede yaptığımız işlerden biri de Sivas’tan Türkiye’nin çeşitli illerine sevk edilecek koyunlara veteriner raporu düzenlemekti. Koyunlar kamyonlarla ya da tren ile taşınıyordu. Rapor vermek için ya vatandaşın koyunlarının sevk edileceği noktaya gidiyor, bazen de dairenin önüne kamyonla getirilen koyunları kasaya çıkarak muayene ediyorduk. Bu muayeneleri yapmak ve rapor vermek için öncelikli baktığımız evrak menşe şahadetnamesi idi. Bu belge muhtar tarafından veriliyor ve koyunların yetiştirildiği köyde ya da mezrada hastalık olmadığı bilgisini taşıyordu. Koyunların tüm vücudunu o arada da özellikle çiçek hastalığı için koltuk altlarındaki ince deriyi muayene ediyorduk. Tüm koyunları muayene etmek zor ve zaman alıcı olduğu için yalnızca aralarından tesadüfi olarak seçtiklerimize bakıyorduk. Hastalık görmediğimiz sürülere verdiğimiz veteriner raporu kara yolunda trafik polisleri tarafından denetleniyor, raporu olmayan sürülere seyahat izni verilmiyordu. Trenle Sivas’a gelen koyun ve sığırlar için ise istasyonda vagondan inmeden muayene yapılıyor, ancak hayvanlar sağlıklı ise boşaltılmalarına izi veriliyordu. Yetmişli yıllarda bu işler çok titizlikle takip edildiği için hayvanlar arasında büyük salgınlara rastlanmıyordu. O yıllarda Sivas koyunculuğun en ileri olduğu şehirlerden birisi idi. Her köyde her biri 200-300 başlık 5-6 koyun sürüsü mevcuttu. Bir veteriner hekim, iki sağlık memuru bir köyün koyununu sabahtan akşama kadar çalışarak ancak aşılayabiliyorduk. Hatta Sivas’ın Yıldızeli ilçesine bağlı bir köyde bir kişinin on bin koyunu vardı. O nedenle daha çok kurban bayramı öncesinde olmak üzere Sivas’tan Türkiye’nin çeşitli illerine yüzbinlerce koyun sevk ediliyordu.
Yaptığımız diğer bir iş de, Sivas’ta o yıllarda çok bulunan faytonların atlarını belirli aralıklarla özellikle ruam hastalığı yönünden kontrol etmekti. Her atın bir sağlık karnesi bulunur ve kontrol tarihi gelen atlar dairenin önüne getirilerek muayeneye hazır edilirdi. Muayene sonunda ruam hastalığı görülenler uyutulurdu. Sivas’taki dört aylık çalışmam sırasında tek bir fayton atında ruam tespit ettim ve hayvanı Kızılırmak nehrinin kıyısına götürerek önce damarından sitriknin adlı zehiri vermek suretiyle uyuttum ve sonra da derin bir çukura gömdürüp üzerine sönmemiş kireç döktürerek kapattırdım.
O yıllarda Sivas Veteriner Müdürlüğü bünyesinde Hayvan Hastanesi yoktu. O zamanlar özel veteriner hekimliği de gelişmediği için Sivas’ta tek bir hayvan kliniği bile bulunmuyordu. Hasta hayvanlar ya dairenin karşısındaki Valilik binasının arkasındaki bahçeye getiriliyor ya da hayvan sahibinin isteği doğrultusunda mesai bitiminden sonra vatandaşın ahırına gidiyorduk. Tabii Valilik bahçesindeki muayene bayağı tantanalı oluyor, muayene yaparken insanlar etrafımıza toplanıp merakla bizi izliyorlardı. Sivas’ta kaldığım sürece iki kez özel muayeneye gittim. Bir hayvan sahibi doğumdan sonra ineğinin yatıp kaldığı ve kalkamadığı tanısıyla daireye başvurmuştu. O sırada da ben müsait olduğum için müdür bey benim gitmemi istedi. Mesaiden sonra adam gariban olduğu için tuttuğu bir fayton ile ahırına gittik. Buzağısı nerede diye sorduğumda evde dediler. Eve girdiğimde buzağı sobanın yanında üstü bir bezle örtülü olarak yatıyordu. Vatandaşın tarifine göre hastalığın hipokalsemi olduğunu anladığım için yolda bir eczaneye girmiş ve serum almıştık. Hemen serumu damardan ineğe verdim. Yemiyor içmiyor, ha bire yatıyor dedikleri inek yarım saatte ayağa fırlayıp yeme saldırmaya başladı. Hayvan sahibi ve eşi bu duruma çok şaşırmışlardı. Ayrılırken hayvan sahibi para vermek istedi ama ben çok gariban olduğu için almamıştım. İkinci klinik deneyimim ise bir retentio secundinarium yani sonun atılamaması vakası idi. İnek doğum yapmış ve uzun zaman geçmesine rağmen sonunu atamamıştı. O yıllarda uzun kol eldiveni olmadığı için çıplak elle rahime girerek atılamayan sonu uzun bir uğraştan sonra almıştım. Bu iki vaka meslek hayatımdaki ilk ve son vakalar olmuştu. Sivas’tan sonra Ankara’da asistanlığı başladığım için bir daha da hayvan tedavi etme şansım olmadı.
Asistanlığa atanma süreci uzadıkça uzuyordu. Bu arada Sivas’ta göreve başlayalı neredeyse üç ay olmuştu. Bir gün müdür beni çağırarak Suşehri İlçe Veteriner Hekimi olmayı isteyip istemediğimi sordu. Ben de her türlü mesleki görevi seve seve kabul edeceğimi ancak bu arada tayinin çıkarsa ilçenin tekrar boş kalacağını söyledim. Müdür o zaman seni Gemerek’e sığır vebası mücadelesine göndereyim dedi. Ben de görevi hemen kabul ettim. Sığırların viral, hızla yayılan ve kesin öldürücü bir hastalığı olan ve ilaçla tedavisi mümkün olmayan sığır vebası 1969 yılında Doğu Anadolu Bölgesinde çıkmış ve hızla tüm Türkiye’ye yayılmıştı. Aşılama çalışmaları ülke genelinde hızlı ve yoğun bir biçimde devam ediyordu. Sivas’ta da mücadeleye başlanmıştı ama çalışmalar ilçe bazında sürüyordu. Benim başkanlığımda oluşturulacak ekip Gemerek’e takviye amaçlı gönderiliyordu. Nitekim Koyulhisar İlçesinden bir sağlık memuru, şoför ve araba tahsis edildi. Sağlık memuru çok genç ve dinamik bir arkadaştı. Hatta mandanın sırtına bir taraftan binip aşıyı yaptıktan sonra öteki tarafından indiği söyleniyordu. Şoför kendi halinde uyumlu bir insandı. Araba ise Romanya’dan gelme üstü branda kaplı eski bir araba idi. Bu nedenle de soğuk havayı olduğu gibi içeri alıyordu. Üstüne üstlük kaloriferi de çalışmıyordu. Bir gün sabahleyin hazırlıklarımızı yaptıktan sonra Gemerek’e gitmek üzere daireden ayrıldık. Gemerek Sivas Kayseri arasında yer alan bir ilçedir. Ancak Kayseri’ye daha yakın ve ulaşımı kolay olduğu için Gemerek’ liler alışveriş ve tedavi için Sivas’tan çok Kayseri’yi tercih ederler. Gemerek Türkiye’nin en soğuk yeridir. O zamanlar televizyon olmadığı için radyodan yapılan hava durumu yayınlarında kışın Türkiye’nin en soğuk yeri olarak Gemerek söylenirdi. Gemerek’in diğer bir özelliği de 68 kuşağının öğrenci liderleri Deniz Gezmiş ve Yusuf İnan’ın motosiklet ile Filistin’e kaçmak isterken benim de bulunduğum dönemde bir gece bekçisinin teşhis etmesi üzerine bu şehirde yakalanmalarıdır. Karlı ve soğuk bir kış günü Sivas’tan çıktık ve Kızılırmak üzerindeki köprüyü geçtikten sonra dağlara tırmanmaya başladık. Önceden de söylediğim gibi arabamızın üstü branda kaplı olduğu ve kalorifer de yanmadığı için çok soğuktu. Allahtan kalın giyinmiş ve yanımıza battaniye almıştık. Yol buzdan dolayı çok kaygandı. Araba giderken ani olarak 180 derece geri dönüyordu. Arabayı düzeltip tekrar yola devam ediyorduk. Neyse kazasız belasız ünlü ozanımız Aşık Veysel’in memleketi Şarkışla’ya ulaştık. Şarkışla’da İlçe Veteriner Hekimi Atila Çetin’i ziyaret ettik. Sobanın başında çaylarımızı da içip iyice ısındıktan sonra izin isteyip tekrar yola revan olduk. Yine maceralı bir yolculuktan sonra akşamüstü Gemerek’e vardık. Mesai bitimi olduğu için daireye uğramadan yoldan geçen birisine ilçe sağlık memuru Hasan Durmaz’ı nerede bulabileceğimizi sorduk. Sonunda onun şehir kulübünde olduğunu öğrendik. Şehir kulübüne girdiğimizde sigara dumanından göz gözü görmüyordu Aynı zamanda içerisi çok kalabalıktı. Hasan Durmaz’ı sorduğumuzda masada oyun oynayan birisini gösterdiler. Önceden haberi olduğu için daha bizi görür görmez ayağa fırladı ve hoş geldiniz dedi. O sırada lokaldeki tüm gözlerin bize baktığını fark ettim. Hemen birkaç kişinin boşalttığı masaya oturduk. Birden etrafımızı genç insanlardan oluşan bir grup sardı. Sonradan onların İlçe Ziraat Teknisyenliğine bağlı tarım öğretmenleri olduğunu öğrendik. Gemerek’te tarım teşkilatında veteriner hekimi ve ziraat mühendisi yoktu. İlçedeki hayvan hastalıkları sağlık memuru, tarım işleri de ziraat teknisyeni tarafından yönetiliyordu. Sağlık memuru tek olmasına rağmen ziraat teknisyenliğinde biri amir olan ziraat teknisyeni dışında on dokuz adet tarım öğretmeni unvanlı teknisyen bulunuyordu. Saba erken gelen dairedeki sandalyelere oturuyor, geç gelenler ise diğer hükumet memurlarının yanında vakit geçiriyorlardı. Hemen her gün köylerde iş olduğu halde veteriner dairesinde araba bulunmazken arada bir o da bahar ve yaz mevsiminde köye giden ziraat dairesinin jeepi vardı. Sağlık memuru Hasan Durmaz köylere genellikle motosikletiyle gidiyordu. Hatta bir seferinde kışın bir dereyi geçerken motosikleti devrilince suya düşmüş, boğulma ve donma tehlikesi atlatmıştı. Söz Hasan Durmaz’dan açılmışken kısaca bahsedeyim, Gemerek’te uzun yıllar görev yapmış, insanlar ile çok iyi diyaloglar kurmuş, sosyal ve eli açık bir kişiliği vardı. Veteriner dairesini de yıllardır tek başına imkansızlıklar içinde çok iyi idare ediyordu. Veteriner müdürü yıllardır Gemerek’e veteriner hekimi ataması yapmıyordu. Lokalde sohbet edip çaylarımızı içtikten sonra karnımızı doyurmak üzere şehrin tek olan lokantasına gittik. Lokantacı daha önceden haberdar olduğu için sobanın yanına çok güzel bir sofra hazırlamıştı. Sabahtan beridir ağzımıza lokma koymadığımız için hemen çorba, kuzu kavurma ve pilavdan oluşan yemeğe kaşık sallamaya başladık. Yemek bitip te çaylarımızı yudumlarken nerede geceleyeceğimiz konusu gündeme geldi. Hasan bey Gemerek’in en iyi oteli olan Belediye Otelinde kalmamızı öneriyordu. Otelin geceleme fiyatı beş lira idi. Ancak bu öneriye birlikte geldiğimiz sağlık memuru ve şoförden itiraz geldi. Haklı olarak şoför benim harcırahım iki buçuk lira onun için beş lira ödeyemem, sağlık memuru da benim harcırahım beş lira onu da otele verirsem ne yiyeceğim diyordu. Benim harcırahım ise yedi buçuk lira idi. Hasan Durmaz benim otelde kalmamı, diğer iki arkadaşı da Gemerek’e bağlı Yeniçubuk nahiyesinde ucuz bir otele yerleştirebileceğini söyledi. Ben bu teklifi kabul etmedim ve ekibi bozmamak adına ben de Yeniçubuk’a gitmeye karar verdim. Gece saat 22.00 sularında lokantadan çıktık ve Yeniçubuk’a hareket ettik. Dışarıda müthiş bir soğuk vardı ve lapa lapa kar yağıyordu. Zorlu bir yolculuktan sonra Gemerek’e on kilometre uzaklıktaki Yeniçubuk’a vardık Hasan durmaz arabayı çarşı içinde iki katlı kerpiçten bir binanın önünde durdurdu. Binanın alt katında bir kahvehane vardı. Üst kattan ise soluk bir ışık görünüyordu. Arabadan indik ve trabzansız tahta bir merdivenden çıkarak ikinci kata ulaştık. Otelci kapıyı açtı ve bizi içeriye buyur etti. Üst katta ortada bulunan holde bir masa ve soba vardı. Holün iki tarafında ise iki oda yer alıyordu. Odalardan biri dört diğeri de iki yataklıydı. Sobanın başında oturup iyice ısındıktan sonra üzerindeki çaydanlıktan da çaylarımızı içip Hasan Durmaz’ı yolcu ettik. Otelin ücreti gecelik iki lira idi ve bu fiyat arkadaşlar için de uygundu. Otelci bize dört yataklı odayı verdi ama müşteri gelirse dördüncü yatağı da kullanabileceğini söyledi. Odada bir odun sobası yanıyordu. Biz o yorgunlukla ve sıcağın verdiği rehavetle yatağa yatar yatmaz uyumuşuz. Sabah ezan sesi ile uyandık. Zaten sığır vebası mücadelesinde köylere erken gitmemiz gerekiyordu. Elimizi yüzümüzü yıkayıp giyindikten sonra aşağıdaki kahveye indik. Kahve sabahçı kahvesi idi ve çaylar demlenmiş, içerisi camiden çıkanlarla dolmuştu. Şoför kahveciye nerede kahvaltı yapabileceğimizi sordu. Kahveci de dışarıdan ekmek ve kahvaltılık alırsak kahvede yapabilirsiniz dedi. Şoför kahveciden yer tariflerini aldıktan sonra çıktı ve on beş dakika sonra elinde hala buharı tüten pide, tulum peyniri, zeytin ve pastırmadan oluşan kahvaltılıklarla geldi. Sabahleyin taze demlenmiş çay eşliğinde güzel bir kahvaltı yapıp Gemerek’e gitmek üzere yola koyulduk. Tipi dinmişti ama yollar hala karlı ve buzlu idi. Bu arada unutmadan Yeniçubuk hakkında bilgi vereyim, nahiye demiryolu kenarında kurulmuştu ve gerek nüfus gerekse yerleşim alanı bakımından Gemerek’ten daha büyüktü.
Gemerek’e gelince doğruca veteriner dairesine gittik. Orada Hasan Durmaz bizi bekliyordu. Yine bir çay faslından sonra programlanan köylere gitmek üzere bizim araba ile yola çıktık. Hava çok soğuk ve karlı olduğu için köy yolları görünmüyordu. Hasan Durmaz’ın yılların deneyimine dayanarak çizdiği rotada yol alıyorduk. Bazen köyü bulamıyor, saatlerce arıyorduk. Köye gidince önce muhtarı buluyor ve onun yönlendirmesi ile ahırlara girip aşılamaları yapıyorduk. Bazen de biz köye gidince cami hoparlöründen yapılan anons üzerine köylüler hayvanlarını meydana getiriyorlar ve açıkta aşılıyorduk. Genellikle sığır, öküz, boğa, dana, buzağı ve manda gibi hayvanlara aşı yapıyorduk. Soğuktan ellerimizin tutmadığı oluyordu. Bazen de aşı donup şişeyi ve enjektörü patlatıyordu. Mandalara aşı yapmak çok zordu. Ancak sahibi bayan kuyruğunun altını kaşıdığı zaman manda rahatlıyor ve biz de kolayca aşılıyorduk. Öğlenleri genelde muhtar yemek için bizi evine götürüyordu. Yemekte daha çok tavuk, yumurta ve peynir yer alıyordu. Karnımızı doyurduktan sonra tekrar işe başlıyor ve köydeki hayvan bitene kadar aşılamaya devam ediyorduk. Aşılama bitince de elimizi yüzümüzü yıkayıp Gemerek’e dönmek üzere yola çıkıyorduk. Bu her gün böylece sürüp gidiyordu. Akşam Gemerek’e gelince önce lokantada bizim için her daim rezerve edilen masada yemek yiyor, sonra lokale gidip çay içerken oyun seyrediyor, geç olunca da Yeniçubuk’a otele gidip yatıyorduk. Sabah kalkınca aşağıdaki kahvehanede kahvaltı yapıyor ve Gemerek’e gidip dairede kısa bir çay molasından sonra köylere gitmek üzere yola revan oluyorduk. Böylesine olağan geçen aşılama çalışmaları sırasında hayli ilginç olaylar da yaşıyorduk. Bu olaylardan önemli gördüğüm birkaçını paylaşmak istiyorum. Bir gün yine aşılama için köye gittiğimizde bir ahırdaki tüm sığırların vebaya yakalandıklarını gördük. Bu sığırlar arasında iki de öküz vardı. Öküz o yıllarda bir köylü ailesinin her şeyi demekti. Tarlayı sürdüğü kara sabanı öküzler çekiyor, buğdayı hasattan sonra kabuğundan ayırmak ta yine öküzlerin çektiği döven adı verilen altında keskin taşlar bulunan tahta bir aletle yapılıyordu. Ayrıca öküzler taşımacılıkta kullanılan kağnı arabalarını da çekiyorlardı. Gerekli muayeneleri yaptıktan sonra tüm hasta hayvanların itlafına karar verdik. Hemen evin önünde büyük bir çukur kazdırdık ve sitriknin ile uyuttuğumuz hayvanları çukura doldurarak üstünü kireç ve toprakla kapattık. Biz o işleri yaparken hayvanların sahibi olan köylü kadını kızı ile birlikte çukurun başına oturmuş dövünerek tıpkı Anadolu’da ölen insanların arkasından yapıldığı gibi ağıt yakıyorlardı. Kadın ağıt sırasında kocasının Kayseri’de hastanede olduğunu, ineklerin ve öküzlerin ailenin geçim kaynağını teşkil ettiğini, keşke kocam ölseydi de hayvanlarım ölmeseydi gibi sözler sarf ediyordu. Meslek yaşamımın daha başlangıcında Anadolu köylüsünün nazarında hayvanın insandan ne kadar daha değerli olduğunu somut biçimde anlamıştım. Veba ihbarı zorunlu bir hastalık olduğundan öldürülmesi halinde hayvan sahibine tazminat veriliyordu. Sonradan kadın ile konuştuğumda kocasının hasta olması nedeniyle daha önceki aşılamaya hayvanlarını götüremediğini söyledi. Aşı çok iyi çalıştığı için aşılanmayan hayvanlar kesinlikle hastalığa yakalanıyordu. Bir keresinde de köy meydanındaki caminin avlusunda aşılama yaparken köyün imamı da bize yardımcı oluyor, daha çok hayvanları tutuyordu. Namaz vakti geldiğinde ben bir namaz kıldırayım deyip elbise değiştirmeden ve elini yüzünü yıkamadan camiye giriyordu. O gün işimiz bitmiş ve temizlenmeye başlamıştık. Şoför o yıllarda nadir bulunan toz deterjanın katılaşmasından oluşan sabun benzeri bir madde ile elini yıkamış ve sıra bize gelmişti. Sabun benzeri madde çok iyi köpürüyordu. En son imam da elini yıkadıktan sonra tam yola çıkmak üzereydik ki şoför sabunu istedi. Yer yarılmış sabun içine girmişti. Şoförün ısrarla sormasına rağmen kimse sabunun nerede olduğunu bilmiyordu. Şoför de sabunu bulmadan bir yere gitmem diyordu. Sonunda imam mendilinin arasından sabunu çıkarıp şoföre verdi de yola çıkabildik.
Bir gün Ankara’dan fakülteden telefon geldi ve aynı zamanda arkadaşım olan sekreter Hikmet Daysal tayinimin çıktığını söyledi. Bir yandan seviniyor, bir yandan da üzülüyordum. Sivas’a çok alışmıştım ve hayvan sağlığı ile ilgili yararlı işler yapıyordum. Ama ailemi de çok özlemiştim ve bir an önce onlara kavuşmak istiyordum. Bir iki gün içinde veteriner müdürlüğünden ilişkimi kesip yöneticiler ve arkadaşlarla vedalaştıktan sonra Ankara’ya dönmek üzere otobüse bindim. Yolda geçmiş dört ay gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti. Dört ay gibi kısa bir süre içerisinde mesleki anlamda çok büyük deneyimler elde etmiştim. En azından çok sevdiğim mesleğimi yapmıştım. Ayrıca fakültelerdeki eğitimle sahadaki gerçeklerin biri birine uymadığını görmüştüm. Bu deneyim bana akademik yaşamımda çok önemli bir yol gösterici oldu.