TELOMER: Telomer kromozomların en uç kısımlarına verilen isimdir.
Ayakkabı bağının ucundaki püskül görünümünde olan ve kromozomlar gibi
çeşitli aminoasitlerin diziliminden meydana gelen telomerler hücrenin,
dokunun, organın ve dolayısıyla tüm organizmanın yaşlanmasını
tetikleyen, ömrünü kısaltan organellerdir. Hücre her bölündüğünde
kromozomun ucundaki telomer kısalır. Telomerlerin uzun olması
hücrelerin bölünme kapasitesini arttırır. Telomerler kısaldıkça
hücrelerin bölünmeleri zorlaşır, ölen hücrelerin yerine yenileri
gelmeyince de yaşlanma ve yaşlanmaya bağlı hastalıklar ortaya çıkar.
Özetle yeni doğan bir bebekte telomerler uzun, yaşlı bir insanda ise
kısadır. Telomeraz enzimi kısalan telomerleri onarmakla görevlidir.
Telomer zincirlerinin uzun kalması telomeraz sayesinde olur. Eğer
telomeraz yeterli ölçüde salgılanmazsa yaşlanma süreci
hızlanır.Telomer kısalmasına neden olan en önemli faktör strestir.
Eskilerin ömür törpüsü adını verdiği stres esnasında salgılanan
hormonlar telomeraz enzimini baskılayarak telomerlerin törpülenmesini
yani kısalmasını hızlandırarak ömrü azaltırlar. Bazı araştırmalarda
stres azaltıcı ilaçların telomer kısalmasını yavaşlattığı sonucuna
varılmıştır. Stres yanında; genetik yapı, çevre, sigara, aşırı kilo,
sağlıksız beslenme, uykusuzlık, hareketsizlik gibi faktörler telomer
kısalmasını hızlandırırlar. Sağlıksız beslenme kapsamında; aşırı şeker
tüketimi, saflaştırılmış ve raf ömrü uzatılmış gıdalar, gazlı
içecekler, yapay tatlandırıcılar sayılabilir. İngilterede yapılan bir
araştırmada 100 den fazla beni olan insanların telomerlerinin daha
uzun olduğu ve yaşıtlarından en az 7 yaş genç göründükleri ortaya
konmuştur. Yine İskoçya’da yapılan bir araştırmada telomeri uzun olan
kişilerin kısa olanlara bakınca kalp hastalıklarına daha az
yakalandıkları sonucuna varıldı.

MİTOKONDRİ: Mitokondri insanın ve memeli hayvanların hücrelerinde
bulunan bir organeldir. Bu organelin görevi serbest şekeri oksijenle
yakıp enerji üretmektir. Yani gözle görülmeyen bir enerji
santrali.gibidir. Yaptığımız iş gıdalardan aldığımız enerjiyi
mitokondrilerde oksijenle yakıp bedensel enerjiye çevirmektir. Çok
çalışan organların hücrelerinde çok sayıda, az çalışan organların
hücrelerinde de az sayıda mitokondri bulunur. Mitokondrilerden en
zengin doku kas dokusudur. Ağız yoluyla alınan ve sindirim sistemi
tarafından emilen karbonhidratlar karaciğer tarafından serbest
şekerlere dönüştürülüp kana salınır. Öte yandan, solunum yolu ile
alınan havadaki oksijen akciğer alveollerindeki hücreler tarafından
kana verilir. Kana verilen oksijen kırmızı kan hücrelerinde bulunan
hemoglobinlere bağlanarak taşınır. Mitokondri insülin hormonu
sayesinde hücre içine giren şekeri oksijenle yakarak enerji üretir. Bu
enerjiyi kullanan hücre üstüne düşen görevi yerine getirir. Eğer
mitokondri yeterli enerjiyi üretemez yani tembellik yaparsa
metabolizmanın iyi çalışmadığı anlamına gelir. Mitokondriler aynı
zamanda fazla kalorileri de yakma özelliğine sahiptir. Bu nedenle
sağlıklı mitokondrilere sahip olmak her yaş için önemlidir. Bazı
yaşlanma uzmanları yaşlanma hızının asıl belirleyicisinin
mitokondriler olduğuna inanmaktadırlar. Onlara göre genç ve dinç
kalmak isteyen herkes mitokondrilerine çok iyi bakmalıdır.
Telomerlerin kısalmasına neden olan etmenler aynı zamanda
mitokondrilerin de düşmanlarıdır. Bu düşmanlar arasında yüksek
kalorili beslenme, aşırı şeker tüketimi, çevresel toksinler, trans
yağlar, hareketsizlik, insülin direnci ve kan şekeri yüksekliği
sayılabilir. Mitokondrileri güçlendirmenin en önemli yolu günde 30-40
dakika egzersiz yapmaktan geçer. Düzenli egzersiz yapıldığında beyin
kaslara emir vererek daha fazla enerji üretmesini yani daha fazla
mitokondriye sahip olmasını ister. Bu emri alan kas ücreleri daha
fazla miyokondri ve enerji üreterek daha fazla şeker ve yağ yakarlar
ve böylece vücut daha zinde olur. Egzersiz sadece genç ve yeni
mitokondrilerin üretimini teşvik etmekle kalmaz, aynı zamanda
kaslardaki yaşlı mitokondrilerin sayılarının azalmasını da sağlar.
Mitokondrileri güçlendiren ve sayılarını artıran diğer bir faktör de
üzümde bulunan resveratrol, alfa lipoik asit ve kimi B grubu
vitaminlerdir.

MİKROBİYATA: İnsanların bağırsağında bulunan ve sayıları yüz trilyonu
aşan faydalı mikropların tümüne Mikrobiyata adı verilir. Mikrobiyata
anne karnındaki bebekte bulunmamakta, doğumdan sonra mikroplar çeşitli
yollardan yavrunun bağırsağına girip yerleşmekte ve kısa zamanda
çoğalmaktadır. Bağırsak mikrobiyatasında çoğunluğunu faydalı bakteri
ve mantarların oluşturduğu 1000 farklı türden mikrop ve bunlara ait 3
milyon gen bulunmaktadır. Son yıllarda, vücudun çeşitli
fonksiyonlarını yerine getirmedeki görevi edeniyle ayrı bir organ
olarak kabul edilen ve ağırlığı iki buçuk kilogramı bulan
Mikrobiyatayı oluşturan mikropların, ki bunlara probiyotikler adı da
verilir, birinci işlevi yediğimiz gıda maddelerini parçalayarak
sindirilebilir hale getirmektir. Ancak Mikrobiyatanın bunun dışında
gerçekten de insanları hayrete düşüren işlevleri vardır. Bunlardan en
önemlisi genel bağışıklık sistemimizin işlemesinde etkili olan ve
yabancı maddeleri tanıyıp bunu bağışıklık hafızasına bildiren
hücreleri etkilemek suretiyle hücresel bağışıklık yanıtını
güçlendirimektir. Bu mikroplarda bulunan genler sadece biyolojimize
iyi gelmez, bize akıl da verir. Mikrobiyata sadece yeme içme
davranışlarımızı değil aynı zamanda duygularımızı da etkilemektedir.
Bu mikroplar beyine gönderdikleri kimyasal sinyallerle
düşüncelerimize, enerjimize ve davranış biçimlerimize bile müdehale
edeerler. Ayrıca lokal olarak bağırsağın yüzeyinde bir bariyer
oluşturmak suretiyle kimi zararlı maddelerin emilimini engellerler.
Probiyotikler besinlerdeki kanser oluşturan ve allerji doğuran
maddeleri parçalayarak insanın anti kanser ve anti allerjik gücüne
katkı sağlarlar. Mikrobiyata B ve K Vitaminlerinin yapımını sağlar.
Öte yandan faydalı bakteriler besinlerle aldığımız toksinleri
parçayarak bir nevi detoks işlevi de görürler. Bunların dışında
probiyotiklerin kolon kanseri, insülin direnci, obezite, depresyon,
kolesterol ve şeker yüksekliği, yüksek tansiyon, kronik iltihap,
fibromiyalji, hassas bağırsak sendromu, rahatsız ayak, uyku bozukluğu,
kronik yorgunluk, parkinson gibi rahatsızlıkların giderilmesi
konusunda katkı sağladığı da ileri sürülmektedir.
Bağırsaklarla beyin arasındaki trafik çok karmaşıktır. İki taraf arasında çok yoğun bir bilgi akışı vardır ve bunu da vagus siniri sağlar. Vagus bağırsaktaki sorunları beyine aktarır. Ama bağırsağın ve beyinin iç biyolojik dengeleri de önemli bir belirleyici.Beyindeki değişimler sindirim sistemini, sindirim sistemindeki değişimler de beyini etkiler. İki sistem arasındaki haberleşmeyi ise vagus siniri sağlıyor. Vagus siniri bir tür otoyol görevi görüyor. Bu otoyolda gidip gelen bilgilerin neler olacağına da bağırsağımızdaki ekosistemin durumu yani bağırsağımızdaki probiyotik güç yani faydalı bakteriler ve mantarlar karar veriyor. Ayrıca, yiyip içtiklerimiz, düşündüklerimiz de karar veriyor. Başta da değinildiği gibi bağırsaklarımızda farklı işlevler gören çok sayıda probiyotik yani faydalı bakteri var. Probiyotiklerin, sindirimi kolaylaştırmak, bağışıklığı güçlendirmek, kanserojen maddeleri temizlemek, kandaki kolesterol ve şeker seviyelerini düzenlemek, vitamin üretmek (B ve K vitaminleri), kilo dengesini korumak, yaşlanmayı durdurmak, kalp damar sistemini güçlendirmek, depresyonu ve parkinsonu önlemek gibi işlevleri vardır.
METABOLOM: İnsan bağırsağındaki mikrobiyata adı verilen bakteri
topluluğu sayesinde sayıları 500 bine yakın farklı ve özel kimyasal
madde yani metabolit üretilmektedir. Bu metabolitlerin toplamına
Metabolom adı verilmektedir. Metabolitler bağırsak-beyin ilşkisi
konusunda son derecede önemlidir. Bunların bazıları doğrudan beyini
etkileyerek insanları mutlu ya da mutsuz, depresif ya da hiperaktif
yapmakta, bazıları da beyin ile dolaylı yollardan iletişime geçerek
yeme içme tercihlerimizi ve kilo alma durumlarını belirlemektedir.
İnsanların yiyerek mutlu olmalarının nedeni de bu olsa gerektir.